Salı, Kasım 14

BİR YAZARIN OKURUNA DUYDUĞU SAYGIYLA TANIŞMAK





Batman Kitap Fuarı'nın bitmesine bir gün kalmış. Daha evvel gelişimizde olduğu gibi bizi sıcacık bir havayla karşılayan Batman o gün yağmurlu. Hasan Ali Toptaş imzası iki buçuk gibi başlayacak. Önce stantta imzalayacağı anons ediliyor kitapları, sonrasında oluşan kalabalık fuar yönetimine dışarda bir masa hazırlaması gerektiğine ikna ediyor kolayca. Çünkü zaten ilk günden beri halkın yoğun ilgisiyle dolup taşan fuar alanı saatler süreceği başından belli olan imza kuyruğunu alacak gibi değil.


İmza dışarda başlıyor velhasılı. Kitaplarım dostlarımız Sümeyra ve Ahmet'in hediyesi kitap kesesinde sabırsızlıkla bekliyor. Hasan Ali Toptaş'ı geç taniyanlardanız.. Okuma grubumuzla "Ben Bir Gürgen Dalıyım" kitabını okuyarak tanışıyoruz ilk önce ve devamı hızla geliyor.
İmza başlayalı çok geçmiyor ki yağmur bastırıyor ve imza yeni boyanmış, insanın 5dk'lığına binaya girip çıktığında dahi tiner ve boya kokusuna bulandığı rektörlük binasının girişine alınıyor. Ara ara sırayı yoklayip standa geri dönüyorum. Akşam karanlığı çökmek üzereyken son kez gidiyorum, aradan 5saat geçmiş, sırada 20 kişiden fazla var. 20 dk'dan fazlaca bir zaman bekledikten sonra kitaplarım yazarına ulaşıyor. Onca saate rağmen her okura ayrı bir güler yüz göstermek başka türlü bir incelik. Lakin ben utandığımdan tüm kitapları çıkartamıyorum.
Minik bir tanışmanın ve teşekkürün ardından ayrılıyorum ama Hasan Ali Toptaş orda kalmaya devam ediyor. Beklediğim süre boyunca soluduğum hava midemde bulantiya başımdaysa ağrıya sebep oluyor. İmzası beş saatten fazla süren Toptaş'ı düşünüyorum. Ara vermeden, daha fazla duramam burda demeden, surat asmadan ve nezaketinden hiçbir şey eksiltmeden saatlerce o boya kokusuna bulanan insana saygım okuduklarimin da üstüne çıkıyor. Yazdıklarının hakkını yüreğinde taşıyan insanlardan biriyle tanışmış olmak göğsümü kabartıyor.

O gün sadece yazdıklarını büyük bir beğeniyle okuduğum kitapların kalemiyle tanışmıyorum, bir yazarın okurlarına olan büyük saygısıyla da tanışıyorum.. Kendisiyle tanışmaktan büyük mutluluk duyduğum Hasan Ali Toptaş'a bir kez de burdan teşekkürlerimi sunuyorum...

#hasanalitoptaş @ Batman Kitap Fuarı

Ayşe.
Ekim 2017

Yaprağın Vedası






Ağacın yapraklarını yolcu etmesini izliyorduk..

Toprağın ağacı teselli etmesini de görecektik..


Ve ağaç her baharda yeniden doğuracaktı inandıklarını...

İnsanın bir tohumu örnek alacağı günün sabrı içimizde çatlarken..

Kasım 2017

Pazartesi, Ekim 23



Perdeleri araliyorum ve devam ediyorum bakmaya.. görmek istemediğim ne varsa karşıma uzanıyor... Gölü geçmeye çalışan mülteciler gibi.. botları su alıyor ve boğuluyorlar.. karaya vuran hayallerini göremiyorum burdan o kadar yakında değilim ne iyi... Bir şehir bir depremle yıkılıyor 6 yıl önce ve sene olmuş 2017! Gölün ya da buradaki insanların övündüğü haliyle Van Denizi'nin üzerinde yüzüyor hala enkazları şehrin.. iyileşen hiçbir kaldırım taşı yok.. kimse doğrultamamış kırılan kaldırım çiçeğinin belini... Ve kimse anlamış değil deprem ne demek, çünkü metrekare hesabı ölçüyorlar hala acılarını!Acıları kaç kuruş ediyor merak ediyorlar.. şikayet cümleleri hiçbir yetkiliye ulaşmıyor ya da... Gelip de çocuk avutur gibi avutuyorlar bir umutla bekleyen insanları.. Kaç tane umudunu çalıyorlar, kim bilir verdikleri onca sözle göz bebeği inandiklariyla büyüyen insanların.


Bir iki haftaya belki il olacak yaşadığımız toprak parçası... Sanki bilmiyormuşuz gibi seviniyoruz; Türkiye'nin İstanbul'dan ibaret olduğunu.. İstanbul, istekleri bitmeyen ve her istediği yapılan şımarık bir çocuk... Kimse görmüyor ardında biriken şehirleri.. Yolları sıradaki şehirlere bağlıyorlar yetmez mi!

Bir şehir yıkılmış 6 yıl önce kimin umrunda? Ve bazı şehirlerin parklarını süsleyecek laleler lazım ve o laleleri taa Hollandalardan getirmeye gidecek hiiç gönlü olmayan insanlar! Bazı şehirler çiçeklerle bezendikçe mezarını ot bürüyor oysa diğerlerini.. Hesabını diğer tarafta soracağım diyor susuzluktan göl kenarında kuruyan ağaçlar.. Pencereden baktığımızda gördüklerimize razı değiliz diye kolları siviyoruz da, biz kim oluyoruz.. bize mı düşer oysa, hiç işimiz gücümüz yok mu? İnsanları bize benzese de başka bi'şeyler, memleketlerinden rant sağlamaya çalışanlar.. Ülkesini sevmek ne demek bilmiyor hiçbiri ve aslında sevmeyi bile bilmiyorlar... Buralar yıkılalı 6 yıl oldu. Bir dal parçası tutunduğumuz, sırf gördüklerimize alışmayalım diye 5 yıldır göle bakıyoruz.. Alışmamak için göle ve göğe bakan bir avuç insanız..


Ayşe.
Ekim 2017

Penceresiz eve perde asıp hayal kuranlar



'Penceresiz eve perde asıp hayal kuranlar' 
hangi hayallere dokunurlardı ki?
Sene 2011. Facebook bana güzel anılar gösteriyor 
Bir arkadaşım bana hayal kuralım diyor, penceremiz yok ama perdelerimiz var!
Şu satırları yazmışım o günlerde.. 'pencerenin ardından gelen sesler...
kuşların kanadı yalar sonsuz maviliği, bir çocuğun uçurtması dala takılır... simitçi geçer sabahın nurunda yankılanır kaldırımlarda sesi, karşı apartmandaki teyze masa örtüsünü çırpar pencereden...
bir üst kattaki perdenin güneşliğini sıyırır, ev uyanır uykusundan esneyerek... koltukları güneşi selamlar.. cam kenarı çiçekleri... saksıdaki fesleğen... bir kedi köşeyi döner, bir vosvos ilerdeki akasyanın altından yola vurur kendini...
Açık olan bir başka pencereden mırıldanır bir şarkı, sokağa b/ulaşır huzuru... ' "Su olsam, ateş olsam/ Göklerdeki güneş olsam
Konuşmasam taş olsam/Yine de oynar mısın benimle...' O gün de tıpkı bugün gibi penceredenin ardından gördüklerim ve görmek istediklerim önemli.. O dağ başında ne işiniz var diye soranlara karşımda sahipsiz ve mahsunca uzanan gölü gösteriyorum.. insanların kirlettiği ya da ihmal ettiği yerlerini göremediğim kadar uzak, ama Allah'ın yarattığı tüm güzellikleri görebileceğim kadar yakında benim için. Sade makyajsız ve yalnız... Şehrin merkezine insem insanların kirlettikleriyle dönecek başım çünkü.. Bir şehrin kimsesizliğine oturup ağlayacağım penceremden her baktığımda ya da daha fenası gördüklerime alışacağım..
Sene olmuş 2017, depremin üzerinden 6 yıl geçmiş, hem depremle hem sonrasında yıkılıp durmaktan belini doğrultamamış bir şehir gölün eteklerine yaslanmış.. kimse tutup elinden kaldırmamış şimdiye kadar. Bir evladım olsa sorardı anne bu şehirde kimseler yaşamıyor mu diye? Kimseler yaşamıyor demek ki derdim.. ya da yaşadıkları yer, pencerelerinden bakıp da gördükleri yer, tam da yaşamak istedikleri yer..
Allah kimseyi bu acıların tekrarıyla sınamasın.. Pencereden baktığımız yerleri güzelleştirecek yüreklere ve ellere sahip olabilmek duasıyla...

Ayşe.
Ekim 2017

Cumartesi, Mayıs 20

Çocuk Çiçek ve Kitap






Birkaç saat önceydi. Bu çiçekler evimize iki minik arkadaşımın ellerinde geldiler. Kocaman gülen gözler ve iki kır çiçeği dolu el. Dediler ki; "biz sizin öğretmenler gününüzü kutlayamadık, çiçeklerin çıkmasını bekliyorduk. 🌸
Öğretmenler gününüz kutlu olsun.💐 Bu çiçekleri sizin için topladık, birini de kulağınıza takmak için ayırdık." 😊Takabilir miyim dedi ve kulağımın arkasına iliştiriverdi uzun saçlı olan arkadaşım, kıyamıyorum çıkarayım.😍


Kafalarına takılan soruları cevaplamış, suyunu bir türlü boşaltamayan, belli ki musluğu bozulmuş bir havuzun problemini çözmüş boğulmaktan kurtarmıştım onları. Ara ara Vecihi'yi ziyarete geldiklerinde samimi ve kısa kısa sohbetlerle tanımıştık birbirimizi, bir de elimde poşetlerle dört katı bana çıkılmaz gösteren merdiven başında, elimdeki poşetleri kapıp yol arkadaşlığı ederlerken. Burda büyük diye tabir ettiğimiz pek çok komşu karşı karşıya geldiğimizde uzun uzun bakıp selam vermeden ya da almadan geçerken, uzaklardan da görseler selamlarını ulaştırdılar bana hep, hal hatır sordular, bir de Vecihi'yi 😻Birbirimizi sıkmadık hiç, eleştirmedik, kendi alanlarımıza saygı gösterdik; birbirimizi sevdik ve değer verdik. Tam da olması gerektiği gibi.. Samimiyet, saygı ve incelik; çocuklar bu pırlanta değeri taşıyan vasıfları mücevher gibi göğüslerinde taşıyorlardı.Farkında değillerdi belki, çünkü bu şekilde olmak onlar için gayet normaldi.

Bugün güzel bir Cuma günüydü, güzel bir bayram günü.. Küçük ama kocaman yürekli komşularımla taçlanan.. Yağmur camlara parmak izini bırakıyor, aşağıdaki yeşillikler için iftar vakti gibi zaman.. ben bu güzelliklerin inceliğine bir gün ben de erişebilir miyim diye düşünüyorum.. 

19 Mayıs 2017
Ayşe.


Üniversite yıllarımıza geri dönmüştük sanki. Kampüsteki çimenler bizi beklemişti, çantaları fırlatıp oturuvermiştik yeşilin bağrına 🌾🌲 Ya final haftasıydı ya boş derse denk gelmişti bu dinlence. ☀ Cihat sanki Entomoloji notlarını kimden bulabiliriz diye soruyordu. Not kaçıran bir öğrenci gibi duymamazlığa geliyor, dersleri takip etseydin diyordu Erdal abi de sanki içinden 😄 

Çimler yeni biçilmiş gibi kokuyordu burnuma. Kurduğum hayalin içinde tam da burada kalsak dedim, kaygıların insan boyunu geçmediği, umudun yurdun penceresinden her sabah yeniden doğduğu, bilgilerin her gün kendisine yenisini eklediği, amfinin kapısından çıkınca gel bir çay içip şu notların üstünden bir kez daha geçelim dediğimiz zamanlarda uzun uzun kalsak. Bir bitseydi dediğimiz okulumuzda öğrenmeye, hayal etmeye, neler yapabiliriz diye düşünmeye devam etsek.. 

Üniversite başka bir ülkeydi, gençlerden ve hep genç kalanlardan oluşan; onun bahçesinden geçtik. Bugün bu fotoğrafla süresini kestiremediğimiz gençliğimizin (:) bayramını kutluyorum bu vesileyle de.. 🇹🇷19 Mayıs'ımız kutlu olsun!
Hep genç hayaller kurmak, öğrenmeye bıkmadan usanmadan devam etmek ümidiyle..

19 Mayıs 2017
Ayşe.

Sevgili Debbie,
Seni okumaya devam ediyorum. Elimde bu kez de Gül Ağacı Sokağı var. Gittiğim şehirlerden buzdolabı üzerine yapıştırılan magnetler yerine kitap almayı tercih ediyorum. Seni Gaziantep'e dahil ediyorum, Antep'in hikayesinde yeni bir paragraf gibi.. 

Çok tanıdıksın. Kafamı kurcalayan bir şeyler var. Sanki oturduğumuz kitap kafenin bulunduğu sokakta, 2 katlı müstakil bir evin bahçesinde çamaşır asıyorsun; ben illa ki demli çayımı yudumlarken. O kadar tanıdık işte. Aynı şehrin gökyüzüne dahilmişiz gibi. Akşam kumandanın tuşlarının takatini kesen diziler, senin anlattıklarından çok uzak oysa. Ülkemin insanları kendi yaşamlarına her gün izledikleri, sanki izlemek zorundalarmış gibi izledikleri, hikâyelerle yabancılaşırken, ben seni okuyarak mahallemizden geçen öykülere yakınlaşıyorum. Ya sen Amerikalı değilsin ya da biz kendimizi çoktan kaybettik.

Geçtiğimiz yıl Erciş Edebiyat Şöleni'nde dereceye giren sevgili Güven Altın, sanki böyle durumlar için dilinden dökülüveren şiirinde şöyle diyordu; "biz kaybolmadık dilenci, bizi çaldılar.."

Sen yazmaya devam et Debbie, biz daha çok kaybolacağız gibi...

Sevgiler..


Ayşe. 
18 Mayıs 2017

"Sana Sarı Kalanşolar Aldım Çiçekçiden"





Bi sokak vardı, sonra sokağın içinde elinde çiçeğiyle köşeyi dönen incelik yüklü güzel bir de kız. Bazı sokaklar böyle birdenbire değerli oluverirdi işte. Dünya o sokağa dönerdi, hayat da bir şiire.. 
Bir çiçek ve bir kız, göl kenarı bir şehrin baharı geç gelen yerlerinde, ilk kez yazılan bir şiirin başlığı oluverirdi.. Bazı şehirler, bazı sokaklar ve bazı insanlar çok şanslıdır.. Böyle bir kız onlarda yaşıyor diye.. Teşekkür ederim dostum Emine 💐

















  


   ........................

Pazar, Ocak 29

Gülümse hadi gülümse bulutlar gitsin..



Çocukken dişçiye gitmek kadar feci bir şey varsa o da iğne vurunmaya gitmektir. O kabusu yaşayıp üstüne ailesine de yaşatan bir çocuktum kabul ediyorum. İğne vurunma dönemini bir türlü atlatamadığım için o döneme bağışıklık kazanıp saçma isteklerden vazgeçmiş, pazarlık çağını geçmiştim, ama dişçi kısmı öyle olmadı.
Ne zaman dişçiye gidecek olsak önceden babamla pazarlık yapar, "çıkışta o büyük parka gideceğiz ama tamam mı" derdim, "hemen geri dönmek de yok, tamam mı?" Elbette kabul edilirdi :) Hatta seve seve gidilirdi. :) O parkın adı Hıfzı Veldet Velidedeoğlu Parkı'ydı o zamanlar, bize de bir hayli uzaktaydı, ancak araçla gidebiliyorduk, bu yüzden gözümde bambaşka bir yerdeydi. Belki aynı salıncaklar vardı ama daha fazlaydı. Sıra beklemiyor, çocuklar artık insin de ben bineyim diye ısrar kıyamet ortalığı yıkmama gerek kalmıyordu, kaydırakları daha şekilli, tahtaravellilerinin tutunma kulpları daha afilliydi. Hepsinden önemlisi başımızın üstünde asırlık çınarlar vardı, salıncakla uçarken kuş yuvalarını bile göreceğimizi sanırdım, bulutlara dokunacağımızı...
O günlerden bir kare geldi gözümün önüne, hafıza çilingirliği yapan Sezen Aksu'nun "Gülümse" şarkısıydı. Radyodan taşıyor, beni o zamanki arabamız Serçe'nin ön koltuğuna oturtuyor, kasetçalarındaki o kaseti dinlediğimiz ana götürüyordu. Yine bir dişçi günüydü, bir süt dişinin çekilmesi ne kadar can yakarsa o kadar unutmuştum acısını! (: Kırmızı ışıkları dönmüş, parkı karşıdan görmüştük. Sezen Aksu başımı okşar gibi "Gülümse hadi gülümse bulutlar gitsiiin" diyordu...
Geçen gün evde o kaseti buldum, gülümsedim bugün o günlerin izi kaybolmasın diye çocukluğumdan bir parça bölüşüp çoğalttım içimde.. Kasetler, kardeşcağızımın Yunus'un o güzel tabiriyle en güzel hafıza çilingirleriydi belki de..
Ayşe.

*Hafıza Çilingiri Kasetler



En sevdiğim elbiselerimden biri üzerimdeydi kesin, lacivert kadife dönünce eteği kocaman bir pervaneye dönüşen de olabilir, anneannemin el emeği yaka kısmı ve kol uçları örgüden diğer kısımları yün kareli kumaştan diktiği de... Sevdiğim tüm elbiselerimi giymiş olabilirim bu kaseti dinlerken. Hatta elimde de bir defasında heveslenip saçımı taramaya kalktığım lakin kafamın yarsını doladığım ve annemin ancak saçlarımı keserek kafamdan ayırdığı fırça da olmalı! Olur böyle şeyler, çocuktuk çünkü. O günlere baktığımda çocukluğun bazı zamanlarını, boyumuzun yetişmediği üst raflardaki şeker kavanozuna benzetiyorum. O zamanın ruh haline erişemiyorum çünkü şu an, neler hissederdim, neler geçerdi aklımdan, oyunlarım nasıldı, kardeşim doğduğunda ve onu ilk gördüğümde nasıl bir duygu dolmuştu kalbime... Bazı şeylerin cevabı yok. Doğumdan sonrası değişimlerle devam ediyordu hayat.




Evin müzik dolabını kurcalarken 90'ların teyiplerinden ses veren kasetlere rastladım. Atsak mı kalsa mı derken bugüne kadar yaşamını sürdürmüşlerdi evimizde. Annemin "kuru yere oturma karnın ağrır!" uyarısına kadar da onlarla geçen günlerimin izini sürüyordum. Yelpaze oldukça genişti, lakin öyle biri vardı ki aralarında bütün çocukluğumun en kıymetli hazinesi sanıyorum o kasetti! Allah'ım nasıl bir çocukluktu yaşadığım! Eskiden televizyon dolapları olurdu ya, alt ve üst kısmı kitaplık, ortada tüplü televizyon, o alt raftaki kitaplık kısmının ortasında da bir kasetçalar vardı bizde. Kaç senem o kasetçaların olduğu dolabın önünde geçti bilmiyorum, lakin buna sebep olan şahsın en büyük hayranı olduğumu dün gibi hatırlıyorum. O, bittikçe arka yüzünü çevirip çevirip dinlediğim kişi İbrahim Tatlıses'ti! (: 1987'de "Allaah Allaah - Hülya" adıyla çıkan kaseti o zamanlarda benim için pek çok şeyden değerliydi. Bi çocuk bu şarkıları niye dinliyordu, bu şarkıları dinleyip de elinde saç fırçası eşlik ederken nasıl oluyor da o kadar mutlu oluyordu; işte bunların hepsi o yetişemediğim şeker kavanozunun içinde duruyordu. Öyle çok dinlemiştim ki o kaseti şu an bile sözlerinin çoğunu hatırlıyorum; "Allaaah Allaah Allaaah Allaaah bu nasıl sevmek nırınım Allaaah Allaaah Allaaaah Allah bu nasıl gülmek, bu nasıl sevmek, bu nasıl gülmeek, insan değil buuu sanki bir meleeeek!" diyerek devam eden şarkı favori şarkımdı. Söylerken İbo gibi söylemek de en büyük gayemdi elbette. Gel zaman git zaman kıyıp da üzerine radyodan şarkılar çekilebilecek gözden çıkarılmış kasetler arama devrine girildi. Annem de babam da bu işin içindeydi, hatta dedemler bize geldiğinde dayım ve teyzem de buna dahil oluyordu. Eskiden televizyonlar çok açılmazdı gündüz vakti ama radyonun sesi hep eşlik ederdi sohbetlere... Günlerden Çarşamba'ydı, kara Çarşamba! Üzerimde kırmızı kazak, altımda örgü bir pantolon, saçlarım kısa kesim, (elbette bunları tam olarak hatırlamıyorum) varsayalım ki böyleydi, şarkımı arıyordum, kaç defa dinleyeceğime karar vermemiştim henüz, bıkana kadar gibi bir ölçüm de yoktu zira çocuktum. Ama yoktu! İleri sardım geri sardım, o ilk şarkının yerinden Çelik bağırıyordu evet, duyduklarıma inanamıyordum ama İbo "Allaah Allaah" diyeceğine Çelik "gel yarim ol Hercai" diyordu! Bir çocuğun dünyası ilk o gün başına yıkılmıştı, şarkımı çalmışlar üzerine bir de ceza gibi Hercai çekmişlerdi, şarkı bitince "Hülya"nın yarısına da radyodaki dj'in sesini almışlardı. Saatlerce ağladım, belki de ilk baş ağrısını o gün yaşadım. Hayata küstüm, zaten zorla yediğim pırasayı o gün hiç yemedim, süt de içmedim. İşte o gün hayatımın dönüm noktası oldu benim için! (: O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Bağımlılığından kurtulmuş insanlar gibi özgür olacaktım, başka şarkılar da dinleyecek, hatta bir ara da kafayı Serdar Ortaç'ın Karabiberim albümüne takacaktım; lakin geçecekti o da... Kıyamadığım İbrahim Tatlıses şarkılarının üzerine çekmediğim şarkı kalmayacaktı. Müzik zevkim değişecek arabesk çocukluğum sona erecekti. Artık İbo kasetinde İbo'dan başka herkes vardı. Kendi seslerimiz de buna dahildi. Kaybettiğim altın küpelerimi bulsam bu kadar mutlu etmezdi belki beni; o gün İbo'nun kasetini yeniden ellerime aldığımda ulaşamadığım şeker kavanozundan birkaç şeker yemiş gibi hissettim. İçinde çocukluğumuzun olduğu, kardeşimin "sordum sarı çiçeğee"yi söylediği, dayımın Sezen Aksu'dan Vazgeçtim şarkısını seslendirdiği, annemle benim okuyup kaydettiğimiz şiirler ve o zamanların kıymetli şarkılarıyla cümlesini tamamlayamadan kaydı durdurulmuş dj'leri de vardı. Hatırlıyordum hepsini.

Seslere çarptıkça çoğalıyordum. Ancak eski günlere döndükçe büyüyordum. Yetişemediğim o kavanoza bir ip bağlamıştım bir gün, yolumu kaybettikçe ona tutunuyordum... Fotoğraflar, sesler, kokular ve tatlar; hafıza çilingiriydi hepsi. Çocukluk da bölüştükçe artıyor içimde...


Hadi birlikte dinleyelim! (:



(Hayal Bilgisi 2017 Mart Sayısı'nda..)

*Hafıza Çilingiri: Kardeşime ait bir betimleme (:
Ayşe.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...



Counters
Free Web Counter