Pazartesi, Aralık 26

İki Deli Bir Kitap!


         

 Okurken altını çizdiğimiz satırlardan bir çocuk doğdu bir gün: İki Deli Bir Kitap !

Cihat Albayrak'la okuma notlarımızı paylaştığımız bir köşe.. 

Henüz çok yeni ve arşiv yüklemesi sürecinde; kısa süre sonra haftalık güncellemelerle, gündemdeki kitaplar hakkında inceleme yazılarıyla, alıntılarla, ayraç tasarımlarıyla, biyografi çalışmalarıyla ve kitap haberleriyle daha da zenginleşecek;)

Kahvenizi alıp buyrun ;)

Misafirliğe bekleriz...

Cumartesi, Aralık 24

Pazartesi, Aralık 5

'Geçip giden zamanları bir yerlerde bulsam..'



Bugün babaannemlerin evin önünden geçtik. Gerçi ev diyemiyorum artık; boş bir arsa..
Hani tavuklar civciv oldu diye ağladığım bahçe.. Sonra kaç kez düştüğümü hatırlamadığım, sofadan bahçeye inen 3 basamak... Erik ağacı; yeşilken yiyelim dediğim... Yandaki bahçeyi ayıran duvarın dibine dökülen dutlar, lavanta kokulu sabunu eksik olmayan bahçedeki çeşme... Sofaya bakan mavi çerçeveli pencereler... Ekmek yapmak için ateş yakılan ocaklık... Sofanın yerlerini boydan boya kaplayan el örgüsü kilimler... Babaannemin yaptığı mayalıları dumanı üstünde yediğimiz somya, o ayakları çapraz açılan mavi muşambalı masa... Cırcır böceklerinin sesi.. Yoktu...hiçbiri...
İlk kez geçtim ordan bugün, ev yıkıldıktan sonra ilk kez...
Ağaçlar bile yoktu.. Yasemin'lerin evini de götürmüşlerdi üstelik.. Zaten bahçeye serdiğimiz kilimler üzerinde evcilik oynadığımız, odunluğa saklanan tebeşirle okkel çizdiğimiz, çamurdan minik tencereler yapıp kiraz yapraklarının arasına toprak doldurup sarma yaptığımız, istop, canyaktı, yerden yüksek, 'Ali vapura bindi İstanbul'da indi" oynadığımız en sevgili çocukluk arkadaşım Yasemin de yoktu..

Çocukluğumu taşımışlardı sanki haber vermeden... Ama söylememişlerdi nereye götürdüklerini... 
Tıpkı şimdi Erciş'in ya da daha önce büyük yıkımlar yaşayan bütün kentlerin insanlarının çocuklukları gibi...
Dünya nasıl tuhaf bir yer..
Dün bıraktığım gibi kalsın diyebileceğin hiçbir şey yok...
Bıraktıklarına dönüp bakmaya cesaretin de olmuyor bu yüzden.. Bulsan da bıraktığın gibi değilse ya?
Yeni hayal kırıklıklarını taşıyacak yer yok...
Hayat çok hızlı değişiyor... bilmiyorum dünya artık daha mı hızlı dönüyor...
Özlüyorum yazıyı sadece kalemle yazdığımız günleri...

O boş arsa sanki yüzüme gülüp; "gelip geçiyorsun işte." dedi, "nasıl da kiracısın..."
Sevmek iyi ki var... O kalacak sadece...


Ayşe.

Tam ortasındayım yağmurun, karın, soğuğun...



İş hayatı... Sabah illa ki peşinden koşulan 8 otobüsü... Bir hafta sonra her gün geçip aynı koltukta aynı kadının yanına oturduğumun farkına varmak..
Emek, çalışmak... İşe yaradıkça deli gibi mutlu olmak... Mutlu oldukça bunu farkedip hevesini kursağında bırakan insanlar... İnsanlar; her seferinde tanıdığımı sandığım...
Dünyanın bin bir türlü yüzü var...

Sonra deprem... Yıkılan binalar... Ölen bir şehir... Ölen çocukluklar... Enkaz altında kalan hatıralar.. Bir bayram hevesini yarım kalmış bir gülüşe dönüştüren deprem...
Büyük bir sınav yine.. İçinde sınavlar doğuran bir sınav...
Hele de içinde sizden canlar taşıyorsa...öyle böyle çetin değil...
Ne zamandır koşuyorum ben Allah'ım... Bu hissi başka türlü tanımlayamam..
Bu yorgunluğu.. Bu özlemi...
Koşarken etrafını göremiyor insan, nereye odaklandıysa oraya doğru ilerliyor sadece; güzel günlere, Gün'eş'e...
Yalnızca ayağı takılıp düştüğünde, takıldığı her neyse ona dikkat kesiliyor bir süre...
Gördükleriniz sizi hayatın bir köşesine itmeye çalışır gibi...
Sizin yerinize karar veren insanlar.. Mutluluğunuz için güya, ellerindeki makasla çabalarınızın orta yerinden kırpa kırpa paçavraya dönüştürmeye çalıştıkları...  Onlara göre daha güzel günler için...
...
Öğrenmek güzel, çok güzel bir his... Hayatına sahip çıkmayı öğrenmek kalkıp ayağa... Ve yanlış da olsa insanların hayalleri doğrultusunda hareket etmelerine engel olmamak gerektiğini öğrenmek...
Bu yapılanın özü esirgemek değil artık biliyorum, korumaktan da başka...
                ***
Saygı ne önemli şey.. su gibi hava gibi...
İnsan hayatına saygı gösterilmediğini gördükçe nefeslerini kırpıyorlar ellerindeki makaslarla... Hem de en yakınları... Kaçıncı depremdi bu Allah'ım...
Bakın bakın hissettiniz mi?  Sallandık...
Aslında hep sallanıyorduk... Yeni farkettik...

Dünya tuhaf bir yer, çok tuhaf... Giderek tuhaflaşıyor üstelik...
Korkuyorum dünyadan..
İnsanlardan korkuyorum...
Dünyanın en güvenilir yerine gidelim dedim dün Gün'eş'ime.. Bir tek kelime söyledi...
Kelimelerin kucaklayabildiğini öğrenmiştim... kelimelerle gidildiğini de öğrendim... İyi ki.. Şükür ki...

***
Hayat böyle bi'şey..
İnsanların görmek istediklerine denk gelmediği zaman yaşadıklarınız, yaptıklarınız ya da hissettikleriniz, sizi fazlasıyla acımasız bir şekilde yargılayabiliyorlar... Sizin hissettiklerinizi ne kadar büyük olursa olsun kaldırıp en önemsizlerin arasına koyabiliyorlar... Sizin mutluluğunuzu düşündüklerini ekliyorlar ardından... Kendi seçtiklerine ekledikleri bir nesne gibi hayat sürmenizi bekleyebiliyorlar... İncindiğinizi, incinebileceğinizi hiç hesaba katmadan ya da aldırmadan kalın çizgiler üzerinden yürüyerek inceliklerden yalnızca bahsederek geçebiliyorlar... "Bir yerin acıdı mı?" sorusu kadarlık bir zaman diliminde canınızın ne kadar yandığını ölçüp üzerini kapatabiliyorlar... Kendi kendine iyi olmak nedir iyi biliyorum bu yüzden... Yani iyi biliyordum... Artık yalnız değilim.. Şükür ki..
***

Tüm gözlerin üzerimde olmasına alışık değilim.. hiç olmadım...
Ben hayatı bir köşede;  kendi başıma oluşturduğum o huzurlu köşede açabildiğim kadar çok pencereden izleyerek görmeyi ve o çok da kalabalık olmayan yoldan yürümeyi seçtim...
Söylediklerimi herkes duysun istemedim hiç... Gördüklerimi herkese göstermedim, yaptıklarımdan sonra etrafıma dönüp de takdir beklemedim... Çünkü biliyorum anlaşılmak büyük, çok büyük bir şey... Herkesten beklenemeyecek kadar büyük... Ve insan anlaşılmak yorgunu kalınca kurduğu cümleler ne kadar uzun olsa da anlattıkları kısalıyormuş..

Vicdanıma yaslanıp küçük küçücük bir hayatta bir yudum huzurla nefes alabiliyorsam benden mutlusu olmadı..
Huzurun boyu kısaldıkça büyüdüm.. Büyümek istemeyerek..
Ama yaşadığım her şey için minnettarım.. Ardıma bakıp da birleştirdiğim parçalardan Rabbim'in oluşturduğu o harkulade tabloya bakıp ağlayabiliyorum..mutluluktan..

Geçtiğimiz yollar iyi ki vardı.. Ve şükür ki masmavi bir gökyüzüne çıktı tüm sokaklar.. Tüm sokaklar Gün'eş'e..

Bu da geçecek...

Ayşe.

Pazartesi, Kasım 14

Deprem Günlüğü





Depremin ardından tuttuğum günlük... Yazıyı, iletişiminiz olan sitelerde, yayınlarda paylaşırsanız, depreme dair yaşananları daha fazla insana ulaştırmış olabiliriz.

Deprem ölmek değil, geride kalmakmış, onu anlıyorum. Erciş’te Zeylan Caddesi’ndeyim deprem anında. Hemen dışarı koşuyoruz. Herkes kavşakta toplanıyor. Araçlarındaki insanlar dursalar mı yoksa hızla hareket etseler mi kurtulacaklarına karar veremiyorlar. Bir arabanın kaportasında buluyorum kendimi. Son anda frene basıyor el hareketlerimi okuyarak. Sonra öteki arabaları durdurmak için büyük çaba harcıyorum. Saniyeler ömürden ömür çalıyor sanki. Saliseler içerisine anılar sığıyor artık, gözlerimin yakaladığı her görüntü, asla unutulmamak üzere kaydolunuyor beynime.

İnsanlar Allahu Ekber diye bağırıyor, La İlahe İllallah diye bütün diller Allah’a yakarıyor. Sonra 7,2’lik sarsıntı son buluyor. Birkaç saniye seviniyor herkes kurtulduğu için. Etrafımızda yıkılan 10’a yakın bina var. En önemlisi Turvan Oteli. Terasla birlikte 8 katlı bir bina. Yıkıldığını anlayamıyoruz. Toz duman içerisinde her yer çünkü. Sonra birden, herkesin aklına ailesi geliyor. İnanılmaz bir refleksle herkes farklı yönlere koşmaya başlıyor. Bütün dükkânlar olduğu gibi bırakılıyor; kimse o ana dek biriktirdiği hiçbir maddi şeyi aklından geçirmiyor. Bir mahşer provası gibi geçen 25 saniyenin ardından, herkesin bu kadar ani bir şekilde tamamen farklı şeyler hisseder hale gelmesi inanılmaz…

Etrafımda başlarından yaralanan, kanamaları olan insanlar var. Bir kadının ayağı kırılmış ve çaresizce etrafına bağırıyor: ‘Yardım edin!’ Oysa bütün kulaklar sağır o anda, bütün diller tutulmuş… Bir başkası bayılıyor yolun ortasında. Ben yardıma koşuyorum. Yanındaki kız, arkadaşının bayıldığını görünce çığlık atmaya başlıyor. Olay içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Eve doğru ilerledikçe yıkılan binalar görüyorum. Piyanist filminde Adrien Brody’nin savaş sonrası yıkılan şehirde binalar arasında yürüdüğü sahne gibi… Gördüğüm her enkazda, ellerim başımın arkasında birleşiyor. Hiçbir sözcük yetmiyor dudaklarımda o an’ı doğurmaya.

Ailemin sağ olduğunu öğrendikten sonra, kaygı yerini hemen dolduruyor. Ya akrabalarım, ya arkadaşlarım diye her iyi haberden sonra yinelenen bir umut arayışına itiyorum kendimi. Koşarak farklı mahallelerdeki farklı akrabalarımın evlerine kadar gidiyorum. Depremin ardından ilk 3 dakika içinde bütün hatlar kilitleniyor, kimseye telefonla ulaşmak mümkün olmuyor.

İyi haber demek karşılaştığım insanlar; öte yandan, arayıp da bulamadıklarım var.

Sonra bütün hisler terk ediyor insanın bedenini. Hiçbir duygu ile tanımlayamıyorum ruh halimi. Gözyaşı dökmek çok uzak bir eylem o an için.

Çadırda ilk gece.

Küs olduğum arkadaşlarımın neredeyse hepsinden gelen mesajlar, aramalar…

Aramızda kırgınlık olan iki arkadaşımdan da mesaj bekliyorum ilkin. İkisi de Ercişli. Sonra fark ediyorum Allah’ın böyle bir an içerisine yerleştirmiş olduğu sınavı. Kırgınlıklara, küslüklere rağmen karşımdakiler sınavlarını vererek beni arayıp durumumu soruyor. Ve yalnızca iki kişi, sırf ben sınavımı vereyim diye arayamıyor beni. Arıyorum ikisini de, iyiyiz diyorlar. ‘Kardeşim’diye hitap ediyorlar aramamı saatlerdir bekliyormuş gibi. Gözlerim doluyor.

Ercişli şairimiz Gökmen Sakin’in şiir kitabını çıkarmak için yoğun çaba harcamıştık deprem anına kadar. ‘Vali Gönder Tayyip Baba’ adlı şiiri ile oldukça iyi tanınıyordu Gökmen Bey. İroni bu ya, Tayyip Bey kendisi geliyor Erciş’e. Valisini, milletvekilini, bakanını gönderiyor.

Çadırda 2. gece.   

NBC ile röportaj... İngilizcemi ben bile beğenmedim. Yayınlamazlarsa sevinirim. Depreme ait bir hatıra: Yıkılan bir binadan alınmış cam karo yüzeyli beton parçası... Vefat eden iş arkadaşı öğretmenler...  Ailelerin bekleyişi... Yardım dağıtımlarında yaşanan izdihamlar...

Cafe Buse’de hayatını tehlikeye atarak kurtarma çalışmalarını yürüten AKUT görevlileri…

5-6 şiddetinde artçılar.

Dua.

Nişanlı çiftler çıkıyor enkaz altından; çoğu öğretmen. Sessizlik; acıya tahammül edebildiğin kadar…

Aynı mahallede büyüdüğümüz gençlerden biri… Bir süre önce, arkadaşıyla birlikte okey salonuna gidiyor. O önden, arkadaşı arkasından. Arkadaşını, bir amca durduruyor binanın hemen önünde. ‘Arkadaşının yüzünde garip bir ifade var. 40 güne kadar ölecek’ diyor. Sonra arkadaşımıza anlatıyor durumu öteki. Çıkıp bakıyorlar, bulamıyorlar adamı. Aynı binanın içinde, o okey salonunda enkaz altında kalıyor. Hayatını kaybediyor. Allah, geride kalanlar için böyle ibretler bırakıyor.

Binanın birinde Mevlit varmış. Enkaz altında kalıyor bir teyze. Deprem, ona ufacık bir ışık sunuyor. Teyze olduğu yerde Kur’an-ı Kerim’i okumaya devam ediyor. Kurtarma ekipleri kendisine ulaştıklarında, ‘bekleyin evladım son iki sayfam kaldı, onu da bitireyim de öyle çıkarın’ diyor. Dilden dile dolaşıyor bu mucize, kimisi ‘uydurmadır’ diyor. Uydurma bile olsa, inanılmaz derecede bir yaratıcılık ile kaleme alındığı için takdire şayan. Ama herkesin büyük acı çektiği şu ortamda, böyle bir yaratıcılığa hiç kimsenin sahip olabileceğini sanmıyorum. Şükrediyorum Allah’a; sonra, Allahu Ekber diyorum ruhumun en derinlerinde bile tir tir titreyerek. 

Çadırda 3. gece.

Birçok arkadaşım yardım etmek istiyor. Ama burada ciddi şekilde gıda yardımı zaten yapılıyor. Herkesin yeterli sayıda battaniyesi ya da giysisi var. Bu türde gelen her şey ihtiyaç fazlası oluyor. Misal çöpe atılıyor ekmekler ve yerde çamur olmuş halde buluyorsunuz torbalarca elbiseyi.

Yardımların nakdi olarak yapılması gerekiyor. Öte yandan, ne yazık ki depremi fırsat bilen insanlar var. Devletin dağıttığı çadırı alıp 150 liraya satan da, on binlerce ekmek ücretsiz dağıtılıyorken, ekmeği 2.5 liraya satan da, yardım kolilerini istifleyen de...

Şüphesiz ki Allah herkesi bu afet ile sınıyor.

Artık şarj sorunumuz yok. Elektrik veriliyor şehrin %90’ına.

Enkazları geziyorum. Şehir merkezindeki müstakil tek katlı evlerin hiçbiri yıkılmamış. Ama evleri çevreleyen bahçe duvarlarının neredeyse tamamı yıkılmış halde. Aklıma eski bir fotoğraf geliyor. Evlerin ve dolayısıyla hayatların etrafına henüz duvar örülmemiş günler. Bütün komşular öğlen yemeğini bahçelerden birinde toplanıp öyle yer, sonra da semaver çayı kaynatılarak birlikte içilirdi. Allah, bütün duvarları saniyeler içinde kaldırıyor hayatlarımızdan; evlerimizin yanı başında bulunan parkta, ilk 2 geceyi ateş etrafında toplanıp ısınmaya çalışarak ve aynı ateşin közleri üzerinde kaynatılan çayları içerek geçiriyoruz.

Bir acil tıp teknisyeni, iki günü bulan nöbetinin ardından deprem üzerine hiç uyumadan göreve koşuyor. Dayımın müdürü olduğu meslek lisesinin bahçesinde, dayımla karşılaşıyor. Üzerinde mont yok, kazak yok, çamaşırları rahatsız ediyor. Dayım eşini arayıp haber veriyor, aceleyle giriliyor eve, aceleyle alınıyor birkaç parça elbise, aceleyle çıkılıyor. Geri döndüklerinde, kızcağızı okulun kantininde buluyorlar. Bir masanın üzerinde Cuma gününden kalmış bir parça ekmeği alıyor eline kız. Kupkuru, yarısı yenilmiş, bir parça ekmek.‘Açım’ diyor. ‘Yeter bu bana’ diyor.

Bir kedicik, köpeklerin saldırısına uğruyor. Yüzünün yarısı parçalanıyor. Okulun bahçesini mesken tutmuş. Okul AKUT ekiplerince kullanılıyor. Kedi aç; günlerdir. Hayatımızda duyabileceğimiz en çaresiz miyavlama ile çıkıyor karşımıza. Verecek hiçbir şey bulamıyoruz. Kedi, dayımı takip ediyor. Nereye giderse peşinden; büyük bir umutla… Dayım öğlen yemeğinin yarısını kedi ile paylaşıyor. Yengem gözyaşlarına boğuluyor; ben, sessizliğime sessizlik katıyorum. Hayvancağızın çaresizliği karşısında utanıyorum kendimden. Karnı doyan kedicik, bir başka yavru kediye sarılıyor onu ısıtmak için.      

Depremin ardından 4. gün.

Yağmur yağıyor. Çadırlar ıslanıyor. Etraf çamur içinde kalıyor. Rüzgâr şiddetle esiyor. Üşüyoruz. Sonra öğreniyoruz ki, Allah, sırf iki kulunu hayatta tutmak için, geride kalan yüz binlerce insan için eziyet olabilecek yağmuru saatlerce yağdırabiliyor. Bir mağazada alışveriş yaparken enkaz altında kalan kişi, yağmur ile ıslanan enkazdaki taşları yalayarak susuzluğunu gideriyor. Allah, emrediyor ve can bedende kalıyor.

Bu felaket boyunca medyada devlete laf edenleri Allah’a havale ediyorum.

Ayrıca, bu depreme sevinen ve iyi olmuş onlara diyenler varmış. Şüphesiz Allah insanları böyle sınıyor. Bütün Türkiye bütün imkânlarıyla burada, bize yardım ediyor. Devlet vatandaşına asla ayrım yapmıyor. Devleti devlet, hükümeti hükümet yapan realite de budur.

Siyasi oyunlara bizim acımızı alet edenler, hiç şüphesiz Allah’ın adaletiyle hak ettiklerini bulacaklardır.
Depreme tamamen kayıtsız kalan insanlar var. Aktif şekilde bir yardım etmesi şart değil insanların belki. Ama hiçbir şey olmamış gibi davranan insanlar umarım dünyanın kaç bucak olduğunu felaketin öznesi kendileri olduğu zaman anlamak zorunda kalmazlar.

Buradaki acil ihtiyaçlar: Islak mendil, ayakkabı, terlik, ağrı kesici ateş düşürücü ilaçlar, el temizleme sprey ya da jelleri. Bunun haricinde gıda ya da battaniye yardımı yapılmamalı. İsraf oluyor çünkü. Ufak da olsa maddi yardımlar yapılmalı. Çünkü insanlar iş yerlerini kaybettiler. Ticaret en az bir yıl durdu. Esnaf parasız kaldı.

Çadırda 6. gün.

Felakete alışmak... Yardıma ‘muhtaç’ olmak... Televizyonların alışkanlıklarına malzeme olmak... Yağmur ve çamur içinde kalmak... Üşümek, üşümek, üşümek...

Öğretmen arkadaşımızın bedeni dün enkazdan çıkarıldı. Ali Çağlar... Türkçe öğretmeni Ali Bey… Afyonkarahisarlı… Önce yaralı listesinde görüyorum adını Milli Eğitim Müdürlüğü’nde. Sonrası hayatımın en büyük hayal kırıklıklarından biri… Hiç gözyaşı dökmedim son 6 gündür. Çıldırmak, kafayı yemek için Erciş’e birkaç yüz km uzaktan, misal bir televizyon ekranından bakmam gerek. Acıyı hissedebilmek için, acının ta kendisi olmamak gerek belki de...
Çocuklar, her yaştan... Hayal edebileceğiniz tüm yüz ifadeleri tam karşınızda...

Çaresiz bir anne, 8 günlük bebeği ve 2 çocuğu ile 4 gün dışarıda kalmış. Kızılay,Çadırkent’e yerleştirdi. Kameralar geldi. Çadıra soba getirildi, kuruldu, battaniyeler serildi, çay ikram edildi. Etrafını saran 40-50 kişiye dair o anne ne hissetti başını kaldırmadan yukarı doğru bakarken...

5 bin kişi stadın çalışır durumdaki iki tuvaletini kullanıyor. Daha bugün, depremin 6. gününde kuruldu seyyar tuvaletler. Salgın başlamadan, ‘salgın başladı’ dedikodusu başladı. Çocuklarını başka şehirlere gönderiyor aileler.

Yerli halk göç ediyor. Kısa ya da uzun süreli… Esnaf başka şehirlere gidip çalışmanın hesaplarını yapıyor.

Yurdun dört bir yanından gelen izciler, bir tır dolusu suyu el birliği ile boşaltmaya çalışıyor. Yardım istiyorlar. Dâhil oluyoruz. Bir başkası, ‘bana ne’ diyor bir izciye. İzci karşılarına geçip,‘sizce ben nereliyim’ diyor Ercişli gençlere, hayat dersi veriyor. Gönüllü yüzlerce insanın samimiyeti yüreğimizi parçalıyor.

Genç doktorlar ve AKUT görevlileri 100 kadar çocuğu -çadır çadır dolaşıp- bir araya topluyor. Hep birlikte oynuyorlar. Çocuklar hayatlarında ilk kez bu kadar mutlu oluyorlar/oynuyorlar bir ‘büyük’ ile.

Her yerde hayat hikâyeleri var. Yazılabilecek çok şey... 19 yaşındaki oğlu internet kafede ölen bir baba otostop yaparken alıyor bizi arabasına. ‘Taziyedeki insanlara yemek vermem gerek. Yemeği hallettim ama plastik tabak yok’ diyor. Bütün şehri dolaşıp bulamıyor. Hiçbir aşevi çaresizliğini anlamıyor. Kızılay görevlisi ile kavga edip öyle alıyor maddi değeri 5 lira kadar olan tabakları. Burada para geçmiyor. Yalnızca kaçak sigara alınabiliyor parayla.

Çadırda sigara içiyor kuzenlerim. Bir tek ben içmiyorum. Dışarı çıkmak zorunda kalan ben oluyorum.

Mahalle aralarında insanlar sıcak yemek bulamıyor. Çadırkent’te Kızılay yemek dağıtıyor. Saat 6. Makarna bitmiş. Sadece elma ve çorba var. Biz şükrediyoruz. Adamın biri bağırıyor‘bu saatte nasıl biter yemek’ diye. ‘Nerede yetkililer’ diyor. ‘Yemek yiyorlar’ diyor yemek dağıtan görevli. ‘Şerefsiz yetkililer’ diye küfür ediyor sıradaki adam. Küfretmeye başlıyor. Küfredemeyeceğini söylüyorum. O insanların canla başla çalıştığını ifade ediyorum. Sahip çıkıyorum görevliye. Adamsa bana, ‘onların kahramanlığı sana mı kaldı’ diyor. Beni dövebileceğini haykıran bakışlar ile susturmaya çalışıyor beni. Susmuyorum. 5 litrelik yağ bidonuna çorba doldurtuyor. Küfrederek uzaklaşıyor. Tamamen siyasi bir tavırla, çözülebilecek bir durumda, problem yaratıyor. Ve benim devletin kurumuna, memuruna sahip çıkmış olmam onu deliye döndürüyor.

Nefret bir refleks oluyor kimi insanlarda. Ama maalesef bazı insanlar, o yemek kuyruğundaki en az 50 insandan yalnızca 1'inin böyle bir tavra ve niyete sahip olduğunu unutuyor ve genele mal ediyor. Oysa sıradaki 49 kişi yalnızca çorba ile geçen akşam yemeği için şükrediyor. Yemek dağıtan görevlinin yanına arkadaşı geliyor. ‘İçeri geçip yemek yiyelim mi’ diyor. ‘Sırada bunca insan varken ben nasıl yemek yerim’ diyor. ‘Hem sadece 20 kişiye yeter bu’ diyor. ‘Biz yemeyelim o zaman’ diyor. Ben bu ağır sahne karşısında yerin dibine girerken, bir başka adamın o görevlinin yüzüne bakarak ettiği hakaretler beni bambaşka dünyalara taşıyor.

Uğur Arslan buradaydı. Bir kamyon eşya vardı beraberlerinde. Uğur jiple geldi. Bir dayım kendilerine yardım etmek üzere görevlendirildi. Yardım ulaşmayan mahallelere gitmelerini tembihledik. FOX TV eşlik ediyordu onlara. Dün ‘açız burada’ diyerek bize ulaşan 6 ailenin olduğu yere gitmişler ilk. Uğur bey beğenmemiş o aileleri. ‘Burası varoş değil’ demiş. Oradaki insanların mağdur olmaları, aç ve ihtiyaç halinde olmaları önemli değil onun için. İzleyenler için trajedi oluşturacak görüntüler, yani reyting arıyorlar. Ayıp... Yazık... Günah... Başka bir yere gitmek istiyorlar. Dayım, ‘bizi indirin’ diyor, geri dönüyor. Sırf reklam için yapılan bu işe rıza göstermiyor.

Öte yandan, insanlar çevre illerden ve ilçelerden araçlarını doldurup her gün yardıma koşuyor. Anadolu’nun güzel insanları bireysel olarak, bir televizyon organizasyonundan çok daha samimi çalışıyor.

Bir elin verdiğini öteki görmeyecek çünkü. Bizim insanımız bu fikriyat ile yetişiyor.

Fatih Üniversitesi'nden öğrenci arkadaşlar geldi. Mükemmel insanlar... Çadırımıza konuk ettik. Semaverde çay demleyip ikram ettik. Sohbet ettik. Hayal Bilgisi'ni anlattık. Hazırlamış oldukları deprem anketini doldurduk. Çalışmalarını takdir ettik. Depreme dair tüm deneyimlerimizi gözlemlerimizi paylaştık. Anlattık çünkü burada gerçekten neler olduğunu bilmeli insanlar. Tam tersini, akıllara zarar bir yaratıcılıkla, kötü niyetle anlatan insanlar var çünkü her fırsatta.

Hayatımda ilk kez, ufacık bir radyonun etrafında durdum 6 kişi ile birlikte. Haberleri dinledim. İnternetsiz, gazetesiz, televizyonsuz 6. gün bugün.

Aşırı derecede rüzgâr var. Bir çadır yandı az evvel. İçerde soba var çünkü. Korkuyoruz, ya çadır başımıza yıkılacak. Ya birinin çadırı yanarsa, bu rüzgârla hemen yayılıp bizi de saracak alevler.

Çok kişi gitti. Göç var evet...

Depremin ardından 7. gün.

Pazartesi Ankara'ya, oradan da Çorum'a nişanlım Ayşe Ünsal'ın yanına gidiyorum. Kaderden değil, anılardan kaçıyorum bir süre.

Doğduğunuz şehrin öldüğünü düşünün, tıpkı bir canlı gibi. Erciş ölmüş gibi hissediyorum.

Dua ihtiyaç duyulan en önemli şey hala... Bu akşam 4.5 ile sarsıldık gene. Neredeyse bir hafta geçmiş olmasına rağmen böyle bir sarsıntı... Ve aldığım haberler, Erciş'te bir mahallede toprak köz olmuş kömür gibi yanıyormuş. Canlı göstermişler televizyondan. Nedeni belli değil. 2 aydır o haldeymiş. Ve kimse yetkililere bilgi vermemiş. Böyle o kadar çok haber var ki çadırlarda dolaşan. İnsanlar büyük bir korku yaşıyor ve bu korkuyu adlandırmak, bir nedene kanalize etmek için büyük çaba harcıyor. Söylentileri doğuran bir neden de bu sanırım.

Korkuyorum ben de. Evet. Gerçek anlamda ‘korkuyorum’. Allah kimseyi böyle bir şey ile sınamasın.

Çadırda 8. gün.

Dün Senai Demirci Beyefendi ile Erciş’te çocuklara oyuncak dağıttık. Çadırları ziyaret ettik. Taziyelere katıldık.
Kimse Yok Mu Derneği’nin dağıtımları organize ettiği Özel Serhat Koleji'ndeki çalışmalara katıldık. Hocam küçük bir grup ile sohbet etti uzun süre. Moral buldu insanlarKur’an’dan rastgele seçilen surelerle. Ardından yemek yedik. Ve alandan ayrıldık.

Çocukların sevinci görülmeye değerdi. Vesile olduğu için kendisine minnettar kaldım.

Isınmak için yakılan ateşin etrafında iken, bir kıvılcım, bir ateş zerresi gözüme kaçtı. Göz kapağımın altına girmiş meğer… Büyük acı çektim. Burada kapalı spor salonuna kurulan hastanede özverili iki doktorun yardımı ile acıdan kurtuldum.

Depremde zarar gören iş yerleri, elemanlarını işten çıkarmasınlar diye, devlet o işçilere 1 ile 6 ay arasında ödeme yapacak. Ancak anlaşılan o ki bu yardımdan, sigortalı olarak çalışan işçiler faydalanacak. Oysa burada işletmelerdeki işçilerin yüzden 90'ı sigortalı değil. Bu durumda, bu insanlar aileleri ile birlikte bunca zaman ne yapacak Allah bilir. Keşke devlet denetimini yapsa hakkıyla... Ve mağdur olmasa bu insanlar şimdi olacağı gibi.

Dün, ‘makarnaya bile razıyım. Allah rızası için’ diyerek yardım isteyen aileler vardı. Düşünün ki devlet ara sokaklarda o kadar da ‘devlet baba’ değil. Yardımın ne miktarda yapıldığı kadar, ne kadar zamanında yapıldığı da önemli…
Erciş Kaymakamı Ramazan Fani Beyefendi ve Ağrı Valisi Ali Yerlikaya ile yeni kaymakamlık binasında, makamlarında, Osman Barutçu, Gülşen Çağan, Senai Demirciile birlikte sohbet ettik. Depremi konuştuk. Ramazan Bey'in sağlığını tehlikeye atacak kadar yorgunluğuna rağmen çalışıyor olması, Ağrı Valisinin zihnimizi açan yorumları bizi çok mutlu etti, duygulandırdı.

Senai Bey’den alınan, bir deprem anısı olarak saklanacak örme kazak…

Çadırkent’te insanlar hayat koşullarına alıştılar artık. Ancak, şehirdeki sessizlik insanları depremden daha fazla korkutuyor. İnsanlar doğup büyüdükleri, yaşadıkları şehrin başına ne geleceğini merak ediyor. Ama yetkililerin planlarına göre kaderlerinin tayin edilecek olması aynı insanları rahatsız ediyor. Keşke Erciş'in geleceğini Ercişliler belirlese, bütün gelişmelerden herkes haberdar olabilse...

Gazete dağıtılabilir misal ya da bir televizyon kurulabilir.

Depremin ardından 9. gün.

Van Ferit Melen Havaalanı'ndayım. İnanılmaz bir kalabalık var. Van, Erciş'e göre gayet iyi durumda. Erciş'ten uzaklaştıkça, sanırım ‘acı’ varlığını hissettiriyor.

Gece deprem bölgesinden çok uzakta olunca, geldiğim için sevinecek miyim, yoksa geldiğime pişman mı olacağım bilmiyorum.

Artık hiçbir şey, hiç kimse için aynı olmayacak, canımızı fena halde yakan biraz da bu gerçek sanırım…
Bugün birini gördüm misal. Bir çilingir. İş yeri yerle bir olmuştu, biliyorum. İş yerinden uzakta, bir dükkânın önünde oturmuştu yere. Boşluğa, film izliyormuş gibi bakıyordu. Gözlerinin önünden geçenleri hayal etmek bile istemiyorum. Saçları yalnızca bir haftada beyazlarla dolmuştu. Ona uzun süre baktığımı fark etmedi bile.

Anneannem ve dedem Çadırkent’te kalıyordu. İkisi de zaten zor olan şartlarda daha da kötü durumdaydılar. Anneannemi Bingöl'deki dayım gelip aldı. Ayrılmak görünürde olmasa da, iç dünyalarımızda çok zor oldu. Çünkü en az bir yıl kalmak üzere ve mecburi olarak gidiyordu.

Evet, ailemden ve yakın akrabalarımdan kimse hayatını kaybetmedi belki ama ayrılık farklı boyutlarda kendini olgunlaştırmaya başladı bir deprem meyvesi olarak.

Annem, babam ve kız kardeşim hala Erciş'te. Onlar oradayken, ben nasıl huzurlu olabileceğim bilmiyorum. Çok zor bir imtihan bu... Erciş'ten vazgeçmeyeceğim asla. Ama eskisi gibi olmayacak hiçbir şey. Dedim ya…

Deprem, yaşarsak yirmi yıl sonra çocuklarımıza anlatacağımız bir anı olmamalı. Deprem hatırlanması gereken bir anı değil, unutulmaması gereken bir ders olmalı.

Depremi unutmayacak, unutamayacak olduğum için, katlanılmaz hale geliyor her şey.

Dünyayı güvenli bulmuyorum. Dünya hasta bence de.

Havaalanına gitmeden önce, son 9 gündür düzenli beslenemediğimiz için, bir şeyler yemeye karar verdim. Açık bir yer buldum. Depremden bahsettik masadakilerle.

Geçen pazar gününden, yani depremden beri hiç para harcamadığım, yediğim hiçbir şeye para vermediğim için, bir anlık dalgınlık ile yemeğin parasını ödemeden mekândan ayrıldım. Yaklaşık 200 metre uzaklaştıktan sonra, fark ettim durumu. Ancak elimdeki valiz ile onca yolu geri dönmeyi göze alamadım.

O yöne doğru giden ilk kişiyi durdurdum ve durumu anlattım. Yemek muhtemelen 5 liradan az tutmuştu. 10 lira verdim. Ve benim yediğim yemeğin parasını ödeyip, kalanına da kendisi için yemek almasını istedim. O ise, ‘benim ihtiyacım yok, ama orada ihtiyacı olan birine yemek yedirmeleri için bırakacağım parayı’ dedi. İçim titredi bu cevap karşısında.

Sonra birden, ‘acaba götürüp verir mi parayı’ diye düşündüm. Ama eğer arkamı dönersem, adam parayı vermek için dükkâna girse de girmese de üzüleceğimi anladım.

Parayı vermese, ona güvendiğim için üzülecektim. Parayı verse, ona güvenemeyip arkasından bakarak kontrol ettiğim için.

Oysa o anda yoluma devam ederek ben, günümü çok daha güzelleştirdim.

Güvenmek insanı güzelleştiriyor.
 

Erciş Depremi’nden Notlar/Anılar/Ayrıntılar

**

Dayım, Erciş’te fotoğrafçı. Yıkılan Cafe Buse’nin hemen alt katında yer alıyordu stüdyo:FOTO MODA. Bu yıl kira fiyatı iki katına çıkınca (50 bin lira), dayım henüz 3 ay süresi olmasına rağmen başka bir dükkân kiraladı ve bütün eşyalarını yeni stüdyosuna taşıdı. Yalnızca bir masa kaldı geriye. Bir de elemanı duruyordu, gelen müşterileri yeni mekâna yönlendirsin diye.

Bina yıkıldı ve binanın ilk katında yer alan, içi çoktan boşaltılmış stüdyo yerle bir oldu. Stüdyonun ve Cafe’nin olduğu katlar tamamen yıkıldı. Üst katlarda yer alan daireler ise ayakta kaldı. Dayım, taşınma kararı ile hem kendi hayatını kurtardı, hem stüdyosundaki elemanlarının, hem de deprem anında stüdyoda olacak çok sayıda kişinin. Dahası, eşyalarını da tamamen kurtarmış oldu.

Şükür, en çok da ona yakışıyor şimdi: Elhamdülillah!

**

Azra Bebek! Allah, harika bir ilham ile anneye yardım ediyor. Anne, çocuğuna verecek sütü kalmadığı için, enkaz altında, dudağını sunuyor bebeğine meme yerine. Tükürüğünü de sanki sütmüş gibi içiriyor. Ve bütün dünyanın son dakika haberi olarak geçtiğini sonradan öğrendiğimiz bir mucize geçekleşiyor. Anne bebeğini hayatta tutmayı başarıyor. Azra Bebek, hayata tutunuyor.

**

Tam bir buçuk yıl önce bir yazı yazmıştım. Kaçak sigara satan çocuklar bu bölgenin en önemli sorunlarından biridir. Yöneticiler bu konu ile ilgilenmeli, çözüm bulmalıdır demiştim. Esnafa, bu çocukları yanlarına çırak olarak almalarını önermiştim. Hiç kimse sesimi duymamıştı şehrin en çok takip edilen gazetesinde yer alan yazıma rağmen. Yıkılan okey salonlarının birinden bir çocuk cesedi çıkarıldı. Kaçak sigara satan bir çocuğa aitti o ceset.

**

Erciş’in en renkli simalarından biri… Engelli bir vatandaşımız: Halkın yakıştırdığı adı ile Cicco! Çarşıda karşılaşan herkesin tebessüm ile karşılık verdiği biri. Yıllardır şehrin hafızasında kendine büyük yer edinmiş biri. Abisi okey salonuna gidiyor. O da arkasından gidip bir köşede oturuyor. Sonra deprem, Cicco’yu, bütün Ercişlilerin bir kaybı olarak alıyor aramızdan.

**

Bir portre karşılıyor bizi. Yunus Aydın!

Samsunlu. İstanbul’da yaşıyor. 59 yaşında. Evli. 1 Çocuk babası. Fındık ya da çay toplayarak, İstanbul’da bir şeyler satarak geçiniyor. 17 Ekim’de Umre’den dönmüş. Pazar günü depremi haber alınca hemen almış Van’a doğru kalan son bileti ve Salı günü gelmişErciş’e. 20’ye yakın kişinin mezarını kazmaya yardım etmiş. ‘Allah rızası için, verin ben de kazanayım, sevaba gireyim’ demiş. Mescitte yatmaya başlamış. Mezarlıklarda temizlik yapmış. Otları, dikenleri toplamış. Çöpleri bir araya toplayıp yakmış. Kızılay’ın çalışmalarına yardım etmeye çalışmış. Camilerde oluşan hasarları görüp, içlerini temizlemeye koyulmuş. Daha önce hiç deprem yaşamamış. Bizimle birlikte yaşıyor artçı sarsıntıları. Marmara Depremiolduğunda da gidip yardım elini uzatmış Düzce’de.

Enkazların etrafında çalışmış. Çöpleri toplamak, etraftaki ufacık beton parçalarını bir araya getirmek için… Biri, hırsız sanmış onu. Küfretmiş. ‘Ne işin var burada’ diyerek kovmuş. Yaşadığı hiçbir zorluk değil ama bu sözler çok üzmüş, çok yaralamış, çok zorlamış Yunus Amca’yı.

‘Çocukların ellerini gördüm yara bere içinde’ diyor. Onlarla ettiği sohbetleri anlatıyor. Çocukların depremin en acı yüzü olduğunu bilerek davranıyor.

Dayım, Yunus Amca’yı fark ediyor sabah namazlarında. Sabah çadırda bir yabancı görünce ben; başlıyor hikâyesini anlatmaya. Saat henüz 6; birlikte kahvaltı yapıyoruz. Üzerindekilerle üşüdüğünü fark ediyorum. Elimden bir şey gelmiyor. Üzülüyorum. Üzüldüğümle kalıyorum.Allah, Yunus Amca gibilerini, bize ibret olsun diye gönderiyor, biliyorum.      

**

Yücel Kılıç! Emekli bir öğretmenin oğlu… Enkaz altında eşi ve kızı kalıyor. Kendisi kurtuluyor. Nihayet eşini ve kızını enkazdan kurtarıyor. Sonra, ecel bütün gerçekliğiyle karşılıyor onu. Eşini ve çocuğunu hemen önce çıkardığı enkazın altında kalıyor bir anda. Vücudunun yarısı enkaz altında, yarısı dışarıda kalıyor. Serum bağlanıyor. Hayatta tutulmaya çalışılıyor. Üzerindeki beton blok kaldırılınca, kan kaybından hayatını kaybediyor.

***

Bir anne bebeğini beşiğe koyduğu anda başlıyor deprem. Annenin ayağı enkazın dışında kalıyor. Uzun süre sonra, kurtarma ekiplerinin sesini duyunca ayağını sallayarak kendisini fark ettiriyor anne. Enkazdan kurtarılır kurtarılmaz bebeğini soruyor. Beşik bulunuyor, kontrol ediliyor, bebek bulunamıyor. Bir çekmeceden ses geliyor. Açıldığında ise, bebek, bir battaniyeye sarılı halde bulunuyor. Anne yemin ediyor; ‘ben bebeğimi çekmeceye koymadım, benim böyle bir battaniyem yok’ diye… Allah, bir mucize ile daha hepimizi düşünmeye davet ediyor.

Cihat Albayrak

Perşembe, Ekim 27






Daha iyi gibiyim...

Ama her dakika durum değişikliği yaşıyorum..
Bugün perşembeymiş, yeni haberim oldu... Günler geçiyormuş meğer...
Ben hayat durdu sanıyorum... Bazen ilerliyor...
Uzakta bir yerlerde kalbin atıyorsa 'can'ın orda kalıyor..
Ne hissedeceğimi kestiremiyorum... Ama sanırım daha iyiyim.. 

Ayşe.

acıdan ve özlemden beslenen bir mesaj'dan..

Salı, Eylül 13

HAYAL BİLGİSİ 5


Değerli Hayal Bilgisi Okurları,

Bir bayram sabahına, derginin yeni sayısının heyecanı ile başlamak bizim için büyük bir mutluluk. Tüm okurlarımızın Ramazan Bayramını bu vesile ile kutluyoruz.
Hayal Bilgisi, 5. sayısı ile bir dizi değişikliğe uğradı. Bunlardan en önemlisi, sayfa sayısının 32’den 72’ye çıkmış olması. Böylelikle, iki aylık bir süre için okurlarımıza daha fazla eser ulaştırmış olduk. Yazı ve görselleriyle dergiye katkıda bulunan dostlarımızın sayısı bir hayli arttı.

Bunun yanı sıra, görsel olarak dergiyi daha iyi bir noktaya taşıdığımıza inanıyoruz. Fotoğraflarıyla Hayal Bilgisi’ni güzelleştiren Neslihan Öncel Murat’a ve Emine Köseoğlu’na teşekkür ediyoruz.

Derginin editör ekibinin yayına hazırladığı birçok sayfa, bu sayıdan itibaren tüm sayılarımızda yer alacak. Bunlardan biri, Mevzuubahis sayfası… Bu sayfada, her ay, sosyal paylaşım sitelerindeki takipçilerimize yönelttiğimiz bir soruya internet üzerinden almış olduğumuz cevaplardan oluşturduğumuz seçkiyi yayınlıyoruz. Bu sayıdaki sorumuz, Facebook’un edebiyat üzerindeki etkisi idi… Mesut Gül’ün konu ile ilgili kısa hikâyesini okumanızı da ayrıca tavsiye ediyoruz. Bir portre, okunası kitaplar, izlenesi programlar, takip edilesi siteler, Hayal Bilgisi okuma listesi, edebiyat sözlüğü editör ekibimizin hazırladığı sayfalardan birkaçı...

Şiir çevirileri ile uzun süredir dergimizde yer alan Nihan Işıker, bu sayımızda bambaşka bir güzellik yaparak, okurlarımıza bir şiir bahçesi sundu. Üç şairin üç şiirini çevirerek sayfalarımıza taşıyan Işıker’e teşekkür ediyor ve bu şiirleri okumanızı da tavsiye ediyoruz. Müzeyyen Çelik, öykü serisine Resim Defteri ile devam ediyor. Çelik, her sayıda, çıtayı biraz daha yukarıya taşıyor ve bambaşka konularda, bambaşka üsluplar ile ortaya koyduğu çalışmaları ile Hayal Bilgisi’ni güzelleştiriyor.

Fecri Yağızer, Umut Pusat, Hakan Kartal, Bülent Gündoğan, Atilla Yaşrin, Mehmet Türkmen, Burcu İçli, Hasan Parlak, Emine Köseoğlu, Murat Gil, Ebru M. Kayır ve Zeynep Sağlam, dergimizde ilk kez yer alan isimler…

5. sayısı ile yoluna devam eden Hayal Bilgisi, artık edebiyat okurunun kitaplığında yerini alan bir dergi oldu. Bizi destekleyen herkese ve tüm okurlarımıza teşekkür ediyoruz.

5. Sayısında Hayal Bilgisi’nin okuruyla buluşturduğu isimler şöyle:

Arzu Eşbah | İnci Erkan Taş | Esra Pak | Cihat Albayrak | Müzeyyen Çelik | Ayşe Ünsal | Hakan Bilge | Şakir Taş | Yelda Karataş | Gülşen Çağan | Mehdi Akan | Fecri Yağızer | Ahmet Kanter | Umut Pusat | Şükran Belen | Hakan Kartal | Furuğ Ferruhzad, Elyad Musevi, Granaz Musevi (Çeviri: Nihan Işıker) | Bülent Gündoğan | Atilla Yaşrin | Mehmet Türkmen | Burcu İçli | Edi Matic̀ (Çeviri: Mehmet Işıker) | Hasan Parlak | Emine Köseoğlu | Murat Gil | Nur Banu Bahçeci | Mesut Gül | Ebru M. Kayır | Zeynep Sağlam | Serap Orhan

Hayal Bilgisi'nde mutlaka size hitap eden bir yazı ve yazar ile tanışacaksınız.
İyi okumalar.
Gelecek sayıda buluşmak üzere…

[Cihat Albayrak]
Yayın Yönetmeni

editor@hayalbilgisi.org http://hayalbilgisi.org/

Perşembe, Ağustos 25

Şimdi şeker tadında kitap zamanı!




Hayal Bilgisi Hareketi


Bu Bayram Şeker Değil, Kitap Dağıtıyoruz !


Bir gece bir fikir doğdu; tam da bayram şekeri tadında!
‘Bu bayram herkes en çok sevdiği, kendisini en çok etkileyen kitabı bir çocuğa armağan etsin.’ Dedik.

Düşünün misal, bayram sabahı kapınız çalınıyor, bir çocuk elinde şeker torbasıyla yüzünde kocaman bir gülümseme bayramınızı kutluyor. Biz de diyoruz ki, “hadi o zaman ne duruyorsunuz!” O gülümsemeyi önce birazcık hayrete sonra daha da kocaman bir gülüşe çevirme zamanı gelmiştir!

Bırakın o minik ellere okumaktan en çok keyif almış olduğunuz kitabı, üzerine de minik bir kart iliştirilmiş olsun, hatta dilerseniz güzel bir paket yapın. Hayatı bayram kılın! Ardından seyrine dalın çocuk yüzün, karşına da çocukluğunuzu alın :) Sizi de heyecanlandırmıyor mu?

Ya da dışarıda ilk defa gördüğünüz bir çocuk, bayramın neşesini ve heyecanını giyinmiş bayramlıklarıyla birlikte karşınızdan geliyor, geçin önüne muzipçe, güzel bir bayramlaşmanın ardından çıkarıp verin kitabınızı, şaşkınlığını izleyin :)

Ve biz diyoruz ki bu şaşkınlığı, bu gülümsemeyi fotoğraflayıp paylaşalım hep birlikte. Aramızda minik bir sohbet de muhakkak geçecektir veyahut arkadaşlar arasında fısıldaşmalar olacaktır elbet; “senin şekerinin yazarı kim? :)”; onları da paylaşalım burada. Kim bilir ne güzel kareler yansıyacaktır her birimizden, ne kıymetli sözcükler çıkacaktır masumane. Hediyelerimizi verirken yaşadığımız ilginç olayları, ayrıntıları, an’ları paylaşalım mesela.

Çocukluğumuzu, çocukluğumuzun bayramlarını özleyerek uyandığımız bayram sabahlarına başka bir bakışla uyanalım bu bayram. :)

Bu kez “nerde o eski bayramlar” demeyelim, bu bayramları özlenecek bayramlar kılalım çocuklarımıza…


Şimdi şeker tadında kitap zamanı!

Hayal Bilgisi Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi ‘Hayal Bilgisi Hareketi’ni iftiharla sunar.

Bilgi almak, öneri ve eleştirilerinizi paylaşmak, anılarınızı paylaşmak, görüntülerinizle projeyi desteklemek için bize yazabilir, güncellemelerimizi takip edebilirsiniz.

Herkese İyi Bayramlar! (:

http://www.facebook.com/event.php?eid=248964698459259 | << Etkinlik sayfamız; Kitap Bayramı! ;)
http://hayalbilgisi.org/  | http://facebook.com/hayalbilgisi

Cihat ALBAYRAK – Ayşe ÜNSAL

Pazartesi, Ağustos 8

~ Delilik Halleri ~




"Kadın duştan çıktı ve masanın üzerine bırakılmış sandviçle bir fincan çayı gördü. Ekmeğin içi çıkarılmıştı. Kadın bunu fark edince ağlamaya başladı. Gülriz Sururi'nin son kitabı "Seni Seviyorum" un kahramanı Sahra satırlarda, kitabı okumakta olan bense yatağımda ağlıyorduk. Ekmeğin içi çıkmış diye. Onu seven adam bu detayı atlamamış diye. Böylece "seni seviyorum" dedi diye. (…) “Delice değil mi? Kadınsı bir sersemlik hatta!”


Ben bu satırları okurken yağmur deli deli çarpıyordu kendini kaldırımlara… Durdum, yağmurun altında ıslanan hayatı izledim… Okuduğum satırların ıslaklığını taşıyordu yüreğim… Yağmurdan koşarak kaçan insanların aklıselimliğine(!) değil, yağmurda dans edenlerin deliliğine dokunuyordu elleri kalbimin…
“Delilik” dedim, “çocukken içimizden geldiği gibi yapılan ne varsa, hepsinin adı değil mi aslında?” Bir çocuğun her şeye sevinebilen hali değil mi hayatın ‘biz büyürken iyileştirdiğini söylediği’? Oysa çoğumuzun içinde hala ‘zillere basıp kaçma isteği… El değmemiş delilikler aradığımız…’ Tek kişi olmamızı bekleyen hayata kendimiz olma cesaretini gösterirken ruhumuz, en çok aşık değil miyiz ve de… En çok… Büyürken çoğumuzun elinden düşürdüğü bu ‘çokluk’ aşkla gelivermiyor mu yeniden?
Alice Harikalar Diyarında filminde bir sahnede, ‘Şapkacı’ karakterinin büyüyen Alice’e söyledikleri geliyor aklıma bunları düşünürken, “Sen çok daha fazlaydın. Sen daha çoktun. Çokluğunu kaybetmişsin!”
Böylesi ‘çok’ doğarken ana rahminden, nasıl oluyor da sevinebilmekten korkar hale gelecek kadar eksiliyoruz? Olması gerekenlere kim inandırıyor bizi? Ne zaman öğretmeye başlıyorlar bize boyun eğmeyi, alttan almayı, teslim olmayı, birilerine yaranmayı? Kimin kuralları bu giyinip dolaştığımız?


Önümüze koydukları kalıplara bakıyorum şimdi, kenarımızdan köşemizden kesilip içine sığmamız istenen kalıplara... “Orada dur!” diyen seslerle çevrili sınırları, “burada sus!”
“Çok fazla gülme, her şeye sevinme! Delice şeyler söyleme! İnsanların anlayacağı şekilde konuş!” Duvarlarının dili bunları öğütlüyor habire… Yalancı ödüllerle kandırıyor ruhları; azalttıkça artan ödüllerle… Renkli ne kadar fırfırı varsa ruhumuzun tedavülden kaldırmaya çalışıyor…
Ta ki biz bir gün, sevdiği adam ekmeğin içini çıkararak “seni seviyorum” dedi diye ağlayan kadının gözlerindeki nemi taşıyıncaya dek… O yüzden ‘delilik en çok aşkla kardeş’ diyor içimdeki ses… Geldiğinde bizi sarsıp tüm kalıpları yıktırıyor… Olur olmadık şeylere gülüp, insanların anlam veremediği inceliklere gözyaşı döküyoruz… İçimizde renkli kalemlerini elinden alıp küstürdüğümüz çocuğa rengarenk balonlar verip hayata döndürüyoruz…
Eksilen ne varsa tek tek topluyoruz yerden. İnsanların bakışlarından soyunup, kendimiz olduğumuz kadar aşık, içimizden geldiği gibi hareket ettiğimiz ölçüde deli oluyoruz… İmkansızlık tohumlarını ayıkladığımızın farkına bile varmadan ‘olmaz’ları ‘olabilir’ yapıyoruz… Yani “gerçekçi olup imkansızı istiyor” halde buluyoruz kendimizi…


Hafızamızın alamayacağı kadar ayrıntıyı nasıl olup da hatırlayabildiğimizi açıklayacak bir akıllı yok, aşıkken. Ve bahçedeki erik ağacının çiçeklenmesine her bahar hayret edip sevinen insanlar giderek artıyor mu bilmiyorum. Kurumaya çalışan menekşeyle konuştukça canlanacağına inanan daha kaç kişi olabiliriz? Güneş doğmuş mu diye telefon ekranına bakan uyandığında ya da? “Seni seviyorum” demenin her gün bin türlüsüyle karşılaşıp, aynı anda ağlayıp gülebilmeyi başaran kaç insan tanıyoruz? Uçağı kaçıracağı umurunda olmadan karşısındaki sevgili yüzün seyrine devam etmeyi ne olarak tanımlarsınız? “Uçuyorum” dediğinizde içinizdeki duyguyu tarif edecek bir akıllı lisanınız var mı? Okuduğumuz kitabın ellerimize gönderilme vaktinin “tam zamanı” farkındalığını taşıyanlar el kaldırsa da saysak veya… Dünyayı bir tebessümün bile değiştirecek gücü taşıdığına kaçımız inanıyoruz? Sokak ortasında en deli ve en çocuk halimizle karnımız ağrıyıncaya kadar gülebilecek kimler var şimdi bu yazıya gözü değenler arasında?


Eksiklerimi toplarken yerden velhasılı; çocukluğum yeniden, ayaklarına kırmızı rugan ayakkabılarını geçirip “ben buradayım!” diyor... Bayram şekerine benzettiği buluta el sallarken yüreğimin eli, hayallerim boyumu aşıyor…
Ha bu arada unutmadan; biliyorum o menekşe kurumayacak!

Ayşe ÜNSAL
Hayal Bilgisi Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi 4. Sayı

Perşembe, Haziran 30

4. sayısında Hayal Bilgisi’nin dosya konusu: Delilik!


Değerli Hayal Bilgisi Okurları,


Hayal Bilgisi ekibi olarak 4. sayımızı sizlerle buluşturmanın sevincini yaşıyoruz. Her yeni sayı ile birlikte bünyesine yeni kalemler katan dergimiz, tasarım olarak da daha iyi bir noktaya ulaştı.
4. sayısında Hayal Bilgisi’nin dosya konusu: Delilik!

Deliliğin Eğlenceli Olabileceğini Hiç Düşündünüz mü?

Hemen her gün, ötekilerin cesaret edemediklerine cesaret edebildiğimiz için ‘deli’ olarak tanımlanıyoruz bir çoğumuz. Bir edebiyat dergisi çıkaracağımızı söylediğimizde, aynı etiketlemeye maruz kalmıştık. Bugüne kadarki gayretlerimiz, bu etiketlemenin haklılık payını artırmış görünüyor.



Bu yüzden biz, bu sayımızda, deliliğin tanımını yapmaya çalıştık. ‘Bir gereksinim olarak delilik’ kavramı üzerinde durduk. Cihat Albayrak, ‘Delilik Eğlencelidir’ diyerek başlıyor yazısına. Nedenleri ve sonuçları ile bu kavram üzerine derinlemesine bir yazı sunuyor Albayrak. Delilik ile deha arasındaki ince çizgide bir karakterin öyküsünü dinliyoruz Müzeyyen Çelik’ten. Çelik, öykülerinde kullandığı dil ve üslup ile konuya olan hakimiyetini pekiştiriyor ve yeni sayıda da adını Hayal Bilgisi ile eşleştiriyor.

Hakan Bilge, sinemada ‘aşkın delilik halini’ inceliyor. Ayşe Ünsal, aynı paralelde bir deneme ile yer alıyor bu sayıda.

Bu sayıda, Sohrab Sepehri’nin Adres adlı şiirini Farsça aslından çeviriyor Nihan Işıker. Arzu Eşbah ikinci kez dahil oluyor Hayal Bilgisi’ne, ‘Kadın, Şehir, Tanrılar’ adlı şiiri ile.

4. Sayısında Hayal Bilgisi’nin okuruyla buluşturduğu isimler şöyle:

Arzu Eşbah / Sohrab Sepehri / Ali Berkay Bircan / Yusuf Bal / İnci Erkan Taş /
Sıraleyna Sevgili / Emre Gürkan Kanmaz / Nazlı Hamurcuoğlu / Esra Pak / Cihat Albayrak / Müzeyyen Çelik / Ayşe Ünsal / Hakan Bilge / Şakir Taş / Sinan Gözen / Nezihe Altuğ


Bir delinin gözlerine dikkatle bakmayı deneyin; sizden çok daha fazla şey gördüğünü, çok daha fazlasını bildiğini fark edeceksiniz...


Gelecek sayıda buluşmak üzere…

>>Dergimizin ilk üç sayısından edinmek, abone olmak, fikirlerinizi paylaşmak, ayrıca eser gönderimi ile ilgili konular için iletişim adresimiz:

editor@hayalbilgisi.org

[Cihat Albayrak]
Yayın Yönetmeni

Pazartesi, Haziran 27

'Müsaitseniz bugün sizden gideceğiz...' (:

'Müsaitseniz sizden gideceğiz bugün de' canıma can katan insan evlatları :) Bir de arada canımı burnuma getirip, bana sabrı öğretmeye çalışanlar, evet. :!

Canım bilogcuğum biliyorsun bünyende yarım kalmış pek çok yazı var, tamalanmayı beklemekten sıkılmış olanlar, bayılanlar, ümidini kesmişler, hatta "ben bunu ne zaman yazdım(yaşadım) yahu" diye unutup gittiklerim... Dedim ki bugün "bir kısmınızı tek başlıkta toparlayıp sizi huzura kavuşturayım ne dersiniz?" "Beni seç, beni seç" diye bağıranlara göz ucuyla "uslu durun" tehdidi savurduktan sonra, şimdi sana anlatacaklarımı aralarından seçip, toparlamaya başlıyorum.)

* * *

Yine bir gün aldım başımı gidiyorum, markete kadar :) Yolda 70'lerinde olduğunu tahmin ettiğim bir amca sol taraftaki aradan ivedi adımlarla önümdeki yola sapıp devam etti. Aramızda bir metre kadar bir mesafe var. Tek başıma olduğumda saatte kaç kilometre hızla gittiğimi tahmin edemeyen ben yavaş yavaş önümde seyir halinde olan amcaya yaklaşıyorum. Baktım bir ara kafasını hafif yana kırıp ufak bir bakış attı bana doğru. Sonrasında yavaş yavaş adımlarını sıklaştırmaya başladı.
(Size de olur mu bilmiyorum ama bazen bende şöyle bir psikopatlık boy gösteriyor; hızlıca gidiyorsam ve yalnızsam yürüken, mutlaka önümdeki insanları geçmeye çalışıyorum :) Sanıyorum bu bir obsesyon ve evet aynı zamanda bu bir itiraf da! )
Neyse yukardaki açıklamaya bağlı kalarak ben de hızlandım, sonra amca daha da hızlandı. Aramızda birkaç adım kaldı. Amca hızlanıyor ben hızlanıyorum, tam geçeceğim amca bir atak daha yapıyor. Derken bir baktım ikimiz de neredeyse koşuyoruz!
'O an' evet işte o an durdum, dedim ki bana, "pardon da sen n'apıyorsun?" Adamcağız canhıraş ben onu geçemeyeyim diye koşturuyor, ben de peşinden kovalıyorum!
"Utan! " dedim, cık cık cık cık!, "sen en iyisi artık arabayla git nereye gidiyorsan. Taşıt kullanırken böyle huyların yok en azından( terslik ya işte!)"  Öyle "önümdeki aracı sollayayım, vay efendim bu tosba beni nasıl geçer! ben şimdi sana gösteririm!" gibi hırslara kapılıp bu tarz tutumlar içerisine hiiç girmem. (lakin sanmayın ki saatte 20km hızla gidiyorum da ondan öyle, alakası yok! (: )
Derken yarış psikolojisine girmiş olan ruh halimi kenara çekip "karşı kaldırıma geç" komutu verdim. Karşıdan baktığımda amca arka tarafta kalmıştı bile. Eminim içinden derin nefesler alıp, "benimle yarışamadı, hahaa! Ne sandın ya, beni geçmek öyle kolay mı!" falan geçiriyordu. Neyse yine de günahını almayayım :)

Sahi sizin de var mıdır böyle tuhaflıklarınız? Nolur beni yalnız bırakmayın (:

* * *

Düğünleri bilirsin bilogcuğum(!)(: Pek severim! Annem o kadar ısrar eder "bu düğüne de gelme!" diye "yok illa ben de gelicem" diye tuttururum! Diyorsam da siz bu cümleleri tersten okuyun(: Yine bensiz gidilen bir düğünden döndüğünde annemin anlattıklarını zamanın bir yerinde katıldığım bir düğünde, servis yapan garsonlara bakarken hayalimde canlandırıp kıs kıs gülmüştüm. Ne miydi o? Yemek dağıtımı sırasında tabakları sağ taraftan servis yapmayı önemsemeyen garsonların( ki ne taraftan yapılacağını ben de umursamam, lakin...) taraflarla uğraşmayıp direk insanların tepesinden servis yapanları mevcut. Bu esnada hep gözümün önünde uçuşan bir görüntü vardır ki; o tabağın konuklardan birinin başının üzerinden ters çevrilmesi :)
40 kere düşünmüş olmalıyım! Zira annem anlatıyor ben dinliyorum, "3 adet garson servis yapıyor, ben dedim zaten bir şey olacak, elleri birbirlerine dolaşıyordu. Sonra bir baktık, pilav tabağı karşımızda oturan bayanın kafasına ters çevrilmesin mi!" "Aaaa! Kadın naptı anne peki?" diyorum. "Napsın, eşi bir peçeteyle tek tek ayıkladı" diyor. Gülmeyin!
Ben artık gülmüyorum, korkumdan... :!

* * *

Kaşla, gözle, imayla bi'şeyler anlatmaya çalışan tanımadığım insanları hiç anlamam! "Biz sessizliğimizde bile bakışlarımızla anlaşırız" dediğim dostlarım değil ki karşımdakiler! Diğmi ama. Hayır deli oluyorum bazen ciddi ciddi.

Bankadayım bir gün, sıra var, oturacak yer de yok, ayakta bekliyorum. Arkamdaki sandalyelerde de iki teyze oturuyor, bir hararetli konuşuyorlar ki sormayın. Biri üst kattaki komşusunun gelinini anlatıyor, anlatırken de gayet iyi dileklerde bulunuyor falan. Neyse bunlar bizi ilgilendirmez. Aradan 5 dk falan geçti geçmedi, sırtımda bir parmak beni dürttü aniden, boş bulunduğumdan değil dürtmenin şiddetinden dolayı bir hopluyorum! Dönüp bakıyorum ki bizim bıdı bıdıcı teyze bana kaş göz işareti yapıp duruyor; kaşlar kalkıyor yana doğru gibi bir şey devriliyor, bir de ileri doğru pörtletiyor bu hareketten sonra gözlerini. Ben de anlamaya çalışıyorum, konuşmuyoruz ya o tutuma girdim, kafamı "anlamadım" anlamında iki tarafa sallıyorum. Teyzem sağolsun o kadar yorulmuş ki konuşmaktan ağzını açıp tek kelime etmiyor. Dayanamayıp konuşuyor, lakin söylediklerimi duyduktan sonra ne dediğimin farkına varıyorum! (Tamam ben de bir tuhafım zaten! Biliyorum :P)
"Teyzecim merak etmeyin duyabiliyorum." cümlesini yüzüme bir tebessüm ekleyip söylemeseydim karşılaştığım bakışlarda ne gibi bir farklılık olurdu orası meçhul!
Teyzemin bana attığı bakışı tarif edecek olursam; beni gözleriyle önce döve döve yere serip öldürdükten sonra, parçalarıma ayırıp civardaki kedilere dağıttı! Ardından da ekledi "5 sıra ilerde bir yer boşaldı oraya geçiver diyorum" O tarafa dönüp boş sandalye ararken gözlerim, devam ediyor, "heh dolmuş bile!"

Doğru söylüyorsunuz burda kötü olan benim!

* * *
Bir de üst katlardan her gün kendisinden bir miktar saç yolup yumak yaptıktan sonra bizim pencerenin önüne doğru postalayan sevgili komşu, sen kel kalmadan evvel kimliğini tespit edeceğimden emin olabilirsin!

-Ebr-i Nisan-

Pazartesi, Haziran 20

'Ben çocukken...' li cümleler...


Merhaba bilogcuğum( (:) ) - (yazdığım gibi değil, söylediğim gibi yazıyorum bu kez .))
Eline bir sopa almış kapının önünde beni bekliyor gibi bir halin var; "nerdesin sen! ha nerdesin sen!" diye bağırarak... Haklısın, kız bana peki, döv hatta belki kendime gelirim :/
Bugün üzerimde bir tuhaflık sinmiş durumda, anlamlandıramadığım... "Zaten iyi olsan gelmezdin" der gibi bakma bana :) Kafka'nın Milena'ya yazdığı mektuplardan birkaç satır geldi bunu söyleyince şimdi aklıma bak. Ne diyordu:
"Sevgili bayan Milena,
Size Prag'tan sonra Meran'dan yazmıştım. Karşılık vermediniz.
Gönderdiğim o pusulacıklara karşılık beklemem yersiz, biliyorum. Yazmadığınıza bakılırsa iyi olmalısınız. Bizler çoğunlukla iyi olduğumuz zaman susarız..."

Son satırlarda dediğine dikkat ettin mi?
Biz çoğunlukla iyi olduğumuz zaman susar mıyız gerçekten? Kötü değilim, çok şükür iyiyim, lakin 'on yüz bin milyon baloncuk yutmuş gibiyim!'
İnsanlara tahammülüm mü zayıflıyor nedir, misal bugün kaldırımda motorsiklet sürmeye çalışan insanı elimdeki koca çantamla pataklamak istemem benim anormalliğimden kaynaklanmıyor değil mi??! Sonra dükkanlarının önüne bir sanalye atıp, ilerleyen insanlarla (ki bunlar genellikle bayanlar) kafalarını 180 derece hareket ettirip boyun sporu yapanlar var, "acaba boyunlarınızı 360 derece de döndürebiliyor musunuz??!" diye sormak istediğim!
Bir de sevdiğimin anlattığı dolmuşçularla ptt memuru! Unutulur mu hiç?!
Bu dolmuşçular ki, durmaya zahmet etmeden yolcu almaya çalışıyor biiir, düşmekten son anda dönen insanlar eğer düşerlerse bunun tamamen onların suçu olduğunu ima edip zırvalayan muavini de yanlarında taşıyorlar ikiii!
Elime geçmesi beklenen kargonun saygıdeğer(!) ptt görevlisi tarafından ısrarla merkez yerine ilçeye postalanması üüüç! Bu insanların artık niçin işlerini doğru dürüst yapmamakta direttiklerini hiç bir zaman anlayamayacağım bu da dört!

Belki de dün gece izlediğim Muhabbet Kralı'ndan sonra böyle oldum... Tam yatacakken karşıma çıkıp, "aaa saat sabahın 4'ü olmuş!" hayretine düşürdü bittiğinde de...
Çocukluktan, sokak oyunlarımızdan ve oyuncaklardan konuşulan uzun boylu bir programdı. O zamanlardan bahsedip de incelikleri es geçmek mümkün mü... Ve onları hatırlayıp da "niçin bugün yoklar" diye düşünmemek olur mu sonra!

Velhasıl program çok keyifliydi, güzeldi, sabahın o saatinde bütün çocukluk arkadaşlarımı ve ruhunda çocuk taşıyan tüm dostlarımı, sevdiklerimi, sevdiğimi toplayıp  şu koca binaların arasında saklambaç oynama isteği düşürdü içime, hem de deli gibi!
Ardından mendil kapmaca, sonra seksek! Çember de çevirirdik, sonra gazoz kapakları biriktirirmeye heveslenirdik yeniden... 'Ali vapura bindii, İstanbul'da indiii' dedikten sonra ebe bizi kımıldatıp, güldürmeye çalıştıkça biz inadına put gibi dururduk!
Kağıttan elele tutuşan bebekler kesip boyardık belki, karşıdaki kiraz ağacının tepesine çıkıp, dalından kiraz yerdik. Lakin herkesin olan ağacı sahiplenen en yakınındaki apatman sakinleri gördüğünde çelik çomak patlardı kesin!

Bu arada biliyor musun blog, ülkemizde Mendil kapmaca ve seksek federasyonu varmış, ilk defa duydum. Ne işe yaradıklarını sorma, çünkü henüz bir eylem planları yok gibiydi! E malum biz genelde kurumları kurar içinde otururuz! Belki de tek amaçları arada bir programlara çıkıp hatırlatmak eskileri, kim bilir... "Yaa işte bakın neler kaybettik neler, hey gidim hey!" diyerek...
Lakin nasıl isterim şöyle belli bir dönemde festival gibi bir şey düzenlense tüm illerde eş zamanlı! Bir sürü hayal kurdum uyumadan bu konuda, sonra paylaşırız;)
Ne diyorduk, ah çocukluk... Çocukluğumu özledim ben, büyümekten de sıkıldım ayrıca! Üzerimize giydirmeye çalıştıkları kurallardan da sıkıldım! Ve o kuralları kim koyduysa bilmiyorum bulursam naparım!
 ...
Unutmadan seninle bir de yeni keşfettiğim bir sitede görüp, pek bir sevdiğim şu satırları paylaşmak istiyorum, tam da 'ben çocukken'li cümleler kurarken karşılaştığım...
"... artık hiç kimse, büyük sarı bir telefon rehberinde -küçük heyecanlı işaret parmağıyla takip etmeye çalışarak- aramayacak soyadımızı.
pazartesi günü kümeler değişirken yanında olmak istediklerimizin yakınına oturtulmamız söz konusu değil.
kare içine teğet hapsolmuş bir dairenin taranmış garip yanlarının alanını hesaplayandan -sırf zekasından etkilendik diye- hoşlanmaya devam etme lüksümüz yok.
son on yedi yıldır hiçbir ilkokul üç öğrencisinin saç fırçasını mikrofon yapıp kendinden geçerek “papa don’t preach”i söylemeye veya “you can’t touch this”te dans etmeye çalıştığı görülmedi.
teöman’ın “ouv papatya”sı ve ayna’nın “ölünce sevemezsem seni” şarkısının arka arkaya çekildiği, -dönemin öğrencileri tarafından çok sevilen- ortaokul servisi karışık kaseti dün sokağa atıldı. daha da kötüsü, hiçbir çocuk atılan kasetin bantlarını çıkararak, yerde sürüyerek, -hayaller kurarak- rüzgara savurarak oynamaya tenezzül etmedi.
tepedeki çimenliğin de yanıp, bitip, kül olduğu bize ulaşan haberler arasında. şimdi bizden ayrılabilirsiniz. çünkü ispatı olmayan şeylere inanmayı hiçbir bilim/akıl kabul etmiyor... "
 
Nasıl ama? Çok güzel değil mi...
 
Baloncuklar, hepinizi patlatmak istiyorum! Şimdi salonun ortasına, halının üzerine oturmuş, akşam karanlığı odayı doldururken evlerin ışıklarının perçem perçem üzerime düşüşüne bakıyorum gülümseyerek... İçime bir sıcaklık çöküyor işte şu an... Evlerin ışıkları bir bir yanarken...

Ah baloncuklar, yazı böyle bi'şey... Sizi isabet aldığım harflerin alnından öperek ayrılıyorum...
İyi miyiz ne! (:) Yeniden görüşmek dileğiyle..

-Ebr-i Nisan-

Salı, Haziran 14

Kitap Çekilişi !


Sevgili Dostlar,
Haberdar olanlarınız vardır eminim, lakin olmayanlar için burdan da bu güzel etkinliği duyurmayı bir borç bilirim.(.
Blogger dostlarımızdan sevgili Kalemin Secdesi bir çekiliş düzenlemeye karar vermiş, pek çoğumuz hatta eminim hepimiz gibi okumayı çok sevdiği için en kıymetli hediyenin kitap olacağını düşünmüş. Ki kesinlikle
öyle;)
Katılım bilgilerine gelecek olursak;

Çekilişe katılım tarihi 12.06.2011 Pazar günü başlamıştır ve 02.07.2011 Cumartesi günü saat gece 12.00'a kadar sürecektir. Çekiliş sonucu ise 03.07.2011 Pazar günü yayınlanacaktır. Hediye etmeyi düşündüğü kitaplar aşağıdadır.

•Fatih'in Rüyası
•40 Mektup
•La - Sonsuzluk Hecesi
•Açlık Oyunları
•En Son Yürekler Ölür

Çekilişi kazanan arkadaşımız, bu kitaplardan tercihini yapacak ve  istediği kitap ona gönderilecektir. Eğer, bu kitapların hepsini okudu ise, yeni kitaplar belirlenecek ve seçilerek istediği kitap gönderilecektir.


Çekiliş kayıtları sırasında, kayıt için yorum bırakan her arkadaşımıza sıra ile bir numara verilecektir. Daha sonra bu numaralardan bir tanesi random number generator ile rast gele seçilerek talihlimiz belirlenecektir.

Tek yapmanız gereken http://kaleminsecdesi.blogspot.com/2011/06/kitap-cekilisi.html#comment-form adresine girerek,

Örnek Yorum:


Adı: Kalemin Secdesi
Bloğu: kaleminsecdesi.blogspot.com
Kişisel yorumu..

Şeklinde yorum bırakmak...

Güzel bir çekiliş olacağına eminim;)
Bu güzel etkinlik için ve haberdar ettiği için sevgili dostuma tekrar teşekkürlerimi iletiyorum...
Herkese iyi şanslar diliyorum ;)

-Ebr-i Nisan-

Pazar, Mayıs 15

Hayal Bilgisi'nin Mektup Konulu 3. Sayısı Çıktı!

Hayal Bilgisi, Mayıs sayısının kapılarını ‘Mektup’ konusuyla açıyor; üçüncü adımında sizlerle yeniden buluşmanın coşkusunu taşıyarak.


‘Mektup’ diyoruz, siyah beyaz bir inceliğin vurgusunu yapar gibi anıyoruz adını… Varlığını devam ettiren o asil samimiyetiyle, elimizin değdiği satırlar taşıyor belki de bizleri bugün onun bahsini dergimize nişanlamaya…


Ve adının en çok ‘aşk’ın kollarında nefes alışını yaşıyoruz dün gibi bugün de. Bir zarfın içinden dökülen en nadide kelimeleri aşkla doğuruyor mektup… Sevgiliye uzanan, sevgiliye uzayan yolları en iyi o biliyor…




Özlüyoruz… Elinin teri ya da gözünün yaşı sildiği için okunamayacak hale gelmiş mektupların sahiplerinin yaşadığı zamanları… Bir bilgisayar monitöründen ya da bir telefon ekranından bize ulaşan seslerle mürekkebi damlayan bir kalemden duyulan satırların, içimizde uyandırdığı hissi eş tutamıyoruz çünkü. İstiyoruz ki bize seslenenin kokusunu, parmaklarının dokusunu, dokunuşunu koparsın gelirken… Elinin değdiği satırlara değdirelim elimizi… Yüzümüzü sürelim satırların hasretine… Onun kâğıda seslendiklerini duyursun bize bakışı cümlelerin… İçimizdeki ayazı uzun boylu soluğunda dindirelim… Her seferinde, postacının gelişini geçmiş zaman kipine düşmeden bekleyelim… Aynı heyecanla…

Ve aynı samimiyetle, gecenin sabaha ulanmasına aldırmadan içimizdekileri satır satır işleyelim sevgilinin sesine… Bir fincan kahvenin buğusunu, geceden düşen yıldızların ışığını tutuşturalım zarfın köşesine… Özlemin şebnemlerini de bırakalım yüzümüzden yolların kuraklığını dindirsin diye… Mesafeleri yırtarken, kâğıtlardan sarkıtalım sözümüzü…


Çok uzak değil iki insanı buluşturan en nadide haberleşme aracının adını mektup olarak bildiğimiz günler… Lakin iletişimdeki kolaylığın onca yol kat etmesine rağmen, zamanı kendisine dar gelen bir dünyanın içindeyiz bugün… Uzun boylu, samimi ve vakti cömert cümlelere, hasret büyütüyor yüreklerimiz… Ve bir telefon kadar yakın olan mesafeleri bir kısmımız yine mektubun sıcaklığıyla eritiyoruz…


Samimiyetin, ‘içimizden geldiği gibi’nin en yalın hali… Ve en gerçek… Biz bugün sana sesleniyoruz… Karşımızda duran varlığına ve canlılığına yüz sürerek açıyoruz kapılarını…


Ve bekliyoruz sesine dokunmak isteyen herkesi sayfalarına…

                               **************************************




3. sayısında, Hayal Bilgisi’nin okuruyla buluşturduğu isimler şöyle:



∞ Arzu Eşbah ∞ Nihan Işıker ∞ Mesut Gül ∞ Cihat Albayrak ∞ Müzeyyen Çelik ∞ Ahmet Kanter ∞ Hakan Bilge ∞ Saadet Sorgun ∞ Ayşe Ünsal ∞ Esra Dülger ∞ Gülşen Çağan ∞ Ebru Balcı ∞ Ali Berkay Bircan ∞ Eren Gürleyük ∞ Şakir Taş ∞

Dergimizin ilk iki sayısından edinmek, abone olmak, fikirlerinizi paylaşmak, ayrıca eser gönderimi ile ilgili konular için:

hayalbilgisi@windowslive.com

http://facebook.com/hayalbilgisi
http://www.hayalbilgisi.org/


 
Cihat Albayrak - Ayşe Ünsal
Genel Yayın Yönetmeni  -    Editör     

' Savaş Babam Sende Var mı?'


“Çocuklarda her şey var, ellerinden alınandan başka..”

Jacques Prevert


Yanağımı cama yasladım dışarıdaki mevsimi seyrediyorum. Bir bahar salınarak geliyor sokaklarına hayatın… Bütün grilere elindeki renkleri bulaştırarak yürüyor... Lakin her yerde istediği rengi bulamıyor parmakları. Grinin hâkimiyetini alt edemiyor… Tıpkı şimdi Libya’da olduğu gibi… Ya da baharın kapısında uzun uzun durduğu Filistin, Afganistan, Pakistan, Irak ve niceleri…


Düşünüyorum; bu baharda ağaçların çiçeğe durduğunu görmek isteyecek kaç insan vardı; ölen, öldürülen? Kaç çocuk? Ya da bir kış günü üşümeye hasret kalacak kadar yaşamaya aç kaç can parçası…


Gözleri savaşın soğuk yüzünde nemli bakışlarını gezdirirken buluştular ölümle. Kimisi birinden önce, kimisi diğerinden sonra… Hayatta kalmanın da yaşamak olmadığı zamanları yuttular içlerindeki uçuruma… Ve nefes saymanın adına yaşamak diyorlar şimdi bombaların uğultusu çoğalırken kulaklarında…

S a v a ş… Bir daha hiçbir zaman ısınmayacak hayatları, aynı cümlede vurgular gibi kaskatı bir isim hâlinde düşüyor bedenlerine… Ucu yaşamaya da ulaşsa ölümlü kelimeler birikmiş kalplerin aynı sıcaklığa kavuşmasını bekleyemiyor hiç birisi… İnsanları aynı yaşlılıkta toplamayı başaracak bir acının nefesi hissediliyor enselerde sadece…

Bir çocuk durmadan yaşlanıyor… İçinden hayalleri, içinden umutları dökülüyor çıplak ayakla koştururken ölümün sobelemek için insan aradığı sokaklarda. Kalbinde ölümlü kelimeler yetiştiriyor hiç fark etmeden. Ellerine bakıyor durup; sanıyor ki ellerinde hâlen her şey var. Yaşadığını bilecek kadar terliyor avuçları… Nefesinden heyecan damlıyor hâlâ… Aklından hayatta kalmak yerine dondurmanın tadını geçirmek istediği günleri özleyerek kulaklarını kapıyor bomba seslerine… Emanet uykuları korkunun koynunda kıvrılarak
yaşıyor… Annesinin ya da babasının gurbetine düşen sesinde duyuyor belki en büyük acıyı…

Ağıtları bir zamanlar misket oynadığı sokakları dolduruyor… Gözleri gökyüzünün grisi kadar bıkkın olduğunda vazgeçiyor hayallerinden… Gözlerinden çocukluğunu akıtıyor… Acıdan büyüyen bir yüzün tüm insanlığın bittiğini söyleyen bakışları bütün bedenini kaplıyor ardından. Yüzüne sinen çaresizlik bütün insanlığın utancı oluveriyor...

Baharın seyrine durmuşken savaşın kahrolası varlığına değmeden geçemiyor aklım… Bu güzellikten mahrum bırakılmış binlerce, milyonlarca insan geçti gözlerimizin önünden… Bir televizyon ekranından “ah savaş filmi olsaydı” bakışlarıyla hayatımızdan kısalı uzunlu zamanlar toplandı acıya… Vicdanımız sesini bir duyurdu bir duyuramadı… Elimiz bir yetişti bir yetişemedi… Elimizden dahası gelse de belki dahasına kalan yol bir türlü bitmedi… Tek bildiğimiz dilimize ördüğümüz dualarla varmaktı onlara…

Gözlerimizin önünde büyüyor çocukları savaşın… Yaşlanıyorlar bizim oyuncak çağımıza denk gelen yaşlarıyla… Gürültüler kopartıyor yürekleri feryat figan… Onlar ailelerini, onlar evlerini, onlar çocukluklarını istiyorlar geri, ekrana dolan gözleriyle… Acıdan incelen kalpleri yastan başkasını bilmiyor artık… Utan ey insanlık!

Bir çocuk ağlıyor orda, tam savaşın ortasında. Adı belki Umut, belki Barış, belki de Hayat...

Adının anlamını düşürürken içinden savaşın göbeğine aynı gökyüzünü paylaşıyor, bir avuç toprağı paylaşamayanların da yerine…

Ve bir çocuk son kez ellerindekilere bakarak kaldırıyor başını…

Soruyor: “ Savaş, b a b a m   s e n d e   v a r   m ı ?”

[Ayşe Ünsal]

Hayal Bilgisi Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi 2.Sayı
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...



Counters
Free Web Counter