Cumartesi, Aralık 24

Ayşe ve Cihat Yazdı: İyilik Ajandası 2017

İyilik Ajandası İyilik Nakli Yapmaya Geliyor

Ayşe Ünsal ve Cihat Albayrak'ın kaleme aldığı İyilik Ajandası 2017, 365 iyilik önerisi ile 1 Ocak 2017'de başlayacak bir iyilik projesi...

Erdem Yayınları etiketiyle çıkan İyilik Ajandası 2017, yılın her günü için bir iyilik önerisi sunuyor. 

Ayşe Ünsal ve Cihat Albayrak'ın birlikte kaleme aldığı Ajanda'da her yaşa, gelir grubuna, her meslekten kişiye hitap eden öneriler mevcut. Farklı kesimlerdne ihtiyaç sahiplerine, çevremize, kendimize yapabileceğimiz iyilikler ile dolu İyilik Ajandası. 

1 Ocak 2017'de Ayşe ve Cihat başta olmak üzere, Ajanda'yı takip edenler önerilen iyilikleri gerçekleştirecek ve hem sosyal medyada hem de www.iyilikajandasi.net adresinden deneyimlerini paylaşacaklar. Bu paylaşımlarda özneler ve iyiliğin yapıldığı kişiler değil iyilik eylemi ön plana çıkarılacak ve iyiliğin yayılması amaçlanacak. 

İyilik Ajandası'nı temin etmek için aşağıdaki bağlantıyı kullanabilir ya da 05063559719 nolu telefona Whatsapp ya da SMS yoluyla ulaşabilirsiniz. 

İyilik Ajandası Babil'de!

Pazar, Kasım 6




Yazın sıcağı bulutların merhametiyle serinlemişti henüz.. Haftalarca beklenen yağmur piknik yapalım hadi dediğinde yağar ya hep, o gün de aynen öyle olmuştu.. Toprak sıcağını yağmurla serinletirlen buram buram memleket kokuyordu. Sıklık Tabiat Parkı, çocukluğum alıp başını giderken çok şey katmıştı kendine.. Bambaşka bir yere dönüşmüştü.. Her dönüşümde beni şaşırtan ve kocaman gülümseten memleketim beni yine yanıltmamıştı...
Yanyana sıralanan salıncaklara içimizdeki çocukların koşuşunu duymuştuk ilk, nazımızı uzatmadan birer tane kapıverdik.. Hüzünleri, düşünceleri, içimizin gurbetlerini ve özlemlerini bir kenara itiverdik.. Karşıda yemyeşil dağlar, Survivor parkurları 😜 ve aynı anda sallanmamızı yakalamaya çalışan yol arkadaşım 🙂 O gün tıpkı çocukluğumda olduğu gibi gökyüzüne bakıp uçuyormuşum gibi hissediyordum sallanırken.. Gökyüzü aynı yerinde, annemm babamm yanımda.. Edip Cansever'in mısralarının altındaydık.. Evet "gökyüzü gibi şu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor.."du..
Dışarda kar. Ben şimdi yeniden göğe bakıp çocukluğumuzu çağırıyorum.. 


Ayşe | Kasım 2016

Kitaptan Anladığımız Hayatlar



Uzun süredir keşke bizim de dahil olacağımız bir okuma grubumuz olsa diye geçiriyorduk içimizden, zaman geçiyordu, elimizdeki kitaplar bir başımıza okunup kapatılıyordu. Küçük notlar, bazıları hakkında yazılan yazılar kalıyordu geriye en fazla. Okuyup çok etkilendiğimiz, fazlasıyla beğendiğimiz kitapları, ısrar kıyamet birbirimize de okutma çabasına giriyorduk. Bir diğerinin o kitabı okuması bazen aylar alıyordu. Denk düşemiyordu mutlu olunan zamanlar. Bununsa tek bir çözümü vardı, bir kitabı aynı anda okumak aynı anda yaşamak. Ve yazılacaksa bir yazı birlikte yazmak, beraber tartışmak, göremediğimiz yerleri diğerine farkettirmek, anlamak ve uygulamak.. Zamanı gelmiş olmalıydı ki biz bu güzel arkadaşlarla grubumuzu oluşturduk ne mutlu. İlk kitap Salih Çetin'in Suriye'den ülkemize sığınan bir anne ve çocuğunun hikayesini konu alan kitabı. Okumaya başlar başlamaz doğru yerden başladığımızı anlıyorum kendi adıma...
O belki de dün ekranlarda pek çoğumuzun gördüğü çocuğun hikayesi; dondurucu soğukta başını yol kenarında bir kaldırıma dayayıp uyuyakalan o minicik çocuğun. Oyun çağını dilenerek geçiren, nereye giderse gitsin, nerde yaşarsa yaşasın kendi savaşını da gölgesi gibi yanında taşıyan o çocuğun, o annenin, o insanların hikayesi. Kapısını aralamadığımız hayatlara öylece bakıp geçtiğimizin kanıtı... Bizim için de onlar gibi hayat devam ediyor. Dengeyi kuramayan insan kendi payına hep fazlasını ayırıyor, acıysa acı, refahsa refah.. Sıcacık evlerimizde 10-15 dklık bir gözyaşı; sonra isteklerimiz, hayallerimiz, o gün yapacaklarımız... Bu insanların hayatını kitap sayfalarında kurutulan çiçeklere benzetmeye başlıyorum... Saklanan ve vicdanımız lazım olduğunda hatırlansın diye açıp bakılan...
Eksildik, devam ediyoruz buna... Kitaba devam ederken ya da kıyılara vuran çocukları, üzerine bomba yağan evleri düşünürken, kaldırımı yastık yapan o çocuğa ağlarken soğuğu ne kadar içeri alabilirse insan o kadar camı açık tutuyorum. Ama sonra o pencere tekrar kapanıyor. Ev tekrar ısınıyor. Hissettiğimiz herşey geçiyor.
Belki de diyorum bu kitap, eksilen yerlerini tamamlayacak ruhumuzun, konuşurken kitabın ardından elimizden neler gelebilir diye düşünmeye başlayacağız. Vicdan, kuru kuru yaş dökmesindense elini taşın altına koyabilecek..
Bir haftanın daha geçmesini bekliyorum. Kitap aralarında vicdanlarımızı kurutmamak için...
Bize görüp de göremediklerimizi anlattığın için teşekkür ederiz Salih Çetin..

Ayşe| Kasım 2016

Cuma, Ekim 7



Her gün aynı evin duvarlarıyla konuştu. Bir süre koridordaki sehpalara çarptı sesi, bir süre kapısı açık balkondan çıkıp aşağı düştü, biraz da televizyondaki seslere karıştı. Duvarlar dinledi, duvarlar anladı. İnsanlar anlamadı. Bir kadın evin içinde görünmezmiş gibi dolaştı durdu. Aklında hep aynı soru vardı. En çok nerde rahattı insan, ne zaman huzurlu, mutlu ve görünürdü?

Duvarlar fısıldadı:

Rahatça ağlayabildiğin, gülebildiğin ve konuşabildiğin her yerde.
Düşünebildiğin, önemsendiğin, hayal edebildiğin herkesin yanında...

Kadın ıslak yüzünü güneşi gitmemiş sonbaharın iplerine astı yeniden. Zaman zaman yaptığı gibi. Kimse görmedi, duvarlar duydu, duvarlar anladı...

Perşembe, Eylül 29

Müsait Bir Yerde Gülecek Var!



Bu Mine Sota'yı kaçıncı okuyuşum hiç bilmiyorum. Lakin yazmayı bırakmaya falan kalkarsa kapısına dayanacak bir dünya insan biliyorum. Hayır şimdiden söyleyelim de...

'Delireceğim de Vakit Bulamıyorum' kitabını okumuştum en son, hakkında bir yazı yazmıştım hatta. Sonrasında Adı Yok'tan sevgili dostumuz Feyzanur bu yazıyı görmüş ve bana hem Ömer Sevinçgül'den hem de Mine Sota'dan imzalı kitaplar göndermişti. İşte bu kitap o kitaplardan biri! (: Ayrıca da kıymetli yani (:

Evet "Müsait Bir Yerde Gülecek Var!" elimden son bırakamadığım kitabının adı. Kitabı açıp da şöyle bir 10-15 sayfa okuyunca tüm sinir sisteminiz gevşeyiveriyor; öyle bi'şey ki yani böyle bi'şey yok! Mine Sota, size Allah'ın her günü karşılaştığınız, sevmediğiniz ot misali burnunuzun dibinde bitiveren insanlara bile samimiyet duymanızı sağlıyor. Öyle ki, sanki o insanların içinin yunmuş yıkanmış kısmını bir röntgen cihazıyla karşınıza çıkarıveriyor; bak diyorsunuz ben ne pis bi insanım, böyle insanlar sevilmez mi! Memleketimin trajı komik halini biraz daha açarak herkesin herkesi anlayacağı şekilde anlatması; sanırım bu tüm kitaplarının temel taşı.


Bu kadını okuduğunuzda insanları sevmeyi öğreniyorsunuz yeniden; herkesi sevmeyi öğreniyorsunuz. Dünyaya kucak kucak umut dağıtmak için bir an önce kendimi evden dışarıya atmalıyım hissi uyanıyor içinizde. Her gördüğünüze selam vermek, çocukları kucaklayıp şöyle üç-beş tur döndürmek, 1000 tane balon alıp şişirerek sokakta gördüğünüz herkese dağıtmak istiyorsunuz. Yetmiyor; tüm zillere basıp herkesi aşağı çağırıp hep birlikte Ayşecik rolü takınarak "Hayat Sevince Güzel" şarkısını söylemek geliyor içinizden, bağıra bağıra...

Kalplerimizin o saf temiz köşesi kapıları açık kaldıkça hep var olacak buna inanıyor insan. Zira özümüz bu bizim. Siz hele bir kitabı elinize alın, Kız Cemşit abiyle, Müjgan yengeyle, Macide teyzeyle, Didikçi Nebahat'le, dünya ölememe şampiyonu Şaziye nineyle, Parisli Firüzan, ömür törpüsü koca Faik ve hiçbir yere yalnız gitmesine izin vermediği karısı çilekeş Sabriye ablayla, bahtsız gelin Kezban ve kayınbadiresi Şetafet hanımla ve dahasıyla tanışın bakın başınıza neler gelecek! Bu birbirine asla benzemeyen karakterdeki mahalle sakinlerinin hep birlikte öğle matinesine gitmeye çalışmasını izleyeceğiz, pardon okuyacağız sizinle. Ben de sizinle yeniden okuyabilir miyiiim! (:

Mine Sota yine kalemindeki mizahı zekasıyla buluşturmuş ve ortaya tadına doyulmaz bir kitap çıkmış. Bu kitap bozulan morallerinize, kırılan kalplerinize, gerilen sinirlerinize ilaç gibi gelecek. Yalnız takdir edersiniz ki her ilacın bir de yan etkisi vardır. Bu kitabın yan etkisi de; onu okuduktan sonra ciddiyetle bakan kitaplara dokunmak istemeyecek olmanız! O hikayeler ilginizi bir süre asla cezbetmeyecek! Diğerleri size fazla resmi, hatta saçma(!) bile gelecektir. Bu etkinin geçme süresi kişiden kişiye değişiklik gösterirken, yeni bir kitaba başlayana kadar bir Mine Sota eserini daha sipariş etmiş olacaksınız.  Şimdiden söyleyeyim de daha hevesli bir başlangıç yapın. (;

Altını çizdiğim dünyanın satırı arasından bu kadarı şimdilik burda dursun. (;

"Bu ağaç, vitamin kariyerleri başlamadan biten bahtsız elmaların mekanı omasının dışında çok önemli bir vazifeyi daha eda ettiğinden habersizdi."

"Sanırım siz bu sabah kainatın solundan kalmıştınız."

"Kim ısıttı lan bu küreyi?? Kim getireyazdı bu dünyanın sonunu? diye sorulsa "İşte ahan da bu kadınn. Ayağa kalk Didikçi Nebahat" denilebilirdi. ... "Bu kadın bu gezegende olduğu sürece bitkiler aleminin de, börtü böceğin de, insan soyunun da varlığı tehdit altındadır. Bu, bu dünyadan gitsin." diye düşündü gibime geldi.

"Zaten kafasında uzun zamandır çekimlerine başladığı felaket senaryosunu, kapının zorlamasıyla tamamlayıp, hırsız kapıyı bir kere çalar filmi olarak vizyona sokup hepimize izlettiriyordu."

"Matineye giderken gümbürtüye gittiler sayın seyirciler."

"Sinirden o da mutasyona uğramaya başlamıştı."

""Bu çocuk var ya bu çocuk, bu çocuk öyle bir çocuk ki, böyle bir çocuk görülmemiştir!" diyerek neden bahsettiğini hayatta anlayamayacağımız bir şifre dizisiyle torununa çıkıştı."

"Hepimiz hipnotize olmuş gibi televizyon denen kutuya bakıyorduk. Sanki, hepimizin evinde bulunan bu müstakil karadeliğin çekim alanına girip, yaka paça içine doğru düşüp kendimizi ona yutturmuştuk. Tanımadığımız insanlar evimizin içine girip en özel, en mahrem şeylerini anlatmasınlar, akıllarına estiği gibi gezinip dolaşmasınlar diye kapımızı sıkı sıkı örtüp kilitliyorduk ama şu deliği tıkamayı aklımıza bile getirmiyor, canlarına estiği gibi moralimizi bozmalarına izin veriyorduk."

Bu kadar yeter. Devamı kitapta! (: Sıradaki kitap 'Kim Vurduya Gittim Gelicem' :)

Mine Sota'yı şu adreslerden takip edebilirsiniz:

https://www.facebook.com/MineSotaSunar
https://twitter.com/_minesota



Kitap Tanıtımından:

Şimdi bir son dakika haberi veriyoruz sayın seyirciler. Az önce üzerine atlayıp ele geçirdiğim bir habere göre Mine Sota’nın kafayı üşüttürücü, ağzı bir karış açık bıraktırıcı, gülmekten gözden yaş getirici yepisyeni kitabı piyasaya çıktı. Bu kitabı okuyan Sezar’ın “Aldım. Okudum. Gülmekten öldüm. Artık savaş mavaş yokk!” diyerek işten eve, evden işe çok efendi birine dönüştüğü, Cleopatra’nın ise “Senden elektrik aldım Sezar. Söyle annenlere bu akşam gelip beni istesinler” diyerek uslanıp evinin kadını olduğu söylentiler arasında.

Eğer siz de…

“Bu sene tatile size takışıp geleyom gızım” diyen kaynananıza
“Ama biz And dağlarına tırmanıp zamanında kaynanaların kurban edildiği yere gidiyoz anne!” diyorsanız…

Cüzdanınızda simit alacak para kalmadığında, sokağın ortasında dizlerinizin üstüne çöküp “Nane şekerii, bu ne bahanee, şahaneyim şahanee!” diye kendi kendinize klip çekiyorsanız…

Sınava giderken zerre kadar heyecan yapmayıp “Haydee gideluum hayde, gidelum haydeeee!” diye koşa koşa evden çıkıyorsanız…

Ev sahibi “Çıkın evimden” dediğinde bir tüp kremi suratına sıkıp
“En değerli giysiniz cildiniz” diye gülümsüyorsanız…

İzdivaç programı izlerken “Açılınn ben doktorummm!”
diye stüdyoya dalıyorsanız…

Akşamüstü sokakta oynayan çocuğunuza “Çabbuk eve gel geberesiiii!” demek yerine, “Hayrettiiiin eve gelme ooolum. Ben de seninle oynamaya geliyorum beklee. Yaşasınnn!” diyerek el şaklatıp iki göbecik atarak sokağa fırlıyorsanız…

Paranın üçte ikisini n’olur n’olmaz diye kenara koyup, geri kalan üçte biriyle bu kitabı alıp okumuşsunuz demektir. Ya da belki hemen burnunuzun dibindedir kim bilir?

Kim bilecek ya, tabi ki keyfiniz bilir…

Salı, Ağustos 30

Kitap Arasında Yara İzlerim



İnsan bir defterin ya da kitabın arasında çiçek kurutur en fazla. Benim gibi düşen dikişlerini ve yara izlerini kurutan var mı aranızda bilmiyorum(: İlk dişlerimiz düştüğünde saklamıştı canım annem, hem Yunus'un hem de benim ilk süt ve azı dişlerimiz küçük altın kutularında şifonyerin en alt çekmecesinde arada bir ziyaretimize açık bekler. Birinci sınıftaki çapraşık çizgilerle dolu ilk defterlerimiz gibi. Sonra geçenlerde çok eski bir kitabın arasına saklanmış bir yara izi daha buldum, diz kapaklarımdaki yaralardan birinin kabuğuydu belli bir zamanlar onu da saklamıştım.(:

Düşen yiten yenilenen herşeyin bir anlamı var hayatta. İnsan bazı yaraları unutmamalı çünkü, yitip gidenleri hatırlamalı, bazı şeyler istemsizce düşüp gittiğinde (bir diş gibi tıpkı) bunun daha güçlü ve sağlamına kavuşacağı için olduğunu bilmeli..

Bugün hayatımda aldığım ilk narkozun ikinci yıl dönümü, kalp içerisinde bir hayatı tutturan düşmüş dikiş izleri.. İnsan en çok yaralarından tutunuyor hayata...
Zor günlerde elini bırakmayanlarla kalabalıklaşıyor.. Uyanırken yanında gördükleriyle kalbi yeniden kan pompalıyor.

Yaşamak tam da böyle bi'şey ülkem.. Yaşamak biraz da; yaralandıkça daha güzel uyanmak.. Aldığımız yaraların kabukları kuruyacak.. Güzel günlerde bir kitabın arasından çıkıverecek bir gün..

29 Ağustos 2016 | Dünya'da hala..

Cuma, Ağustos 19

Edebiyat ve İyilik Dergimiz Hayal Bilgisi 22. Sayısında



EDEBİYAT VE İYİLİK DERGİSİ: HAYAL BİLGİSİ 22

Hayal Bilgisi artık "Edebiyat ve İyilik Dergisi" olarak yoluna devam ediyor.
İlk kez bir dosya ile okurlarını karşılayan dergide 15 Temmuz'u konu alan 32 eser yer alıyor. Darbe girişimini ve direnişi konu alan şiirler, öyküler, anılar, denemeler... Ayrıca 15 Temmuz öncesi yayına hazırlanan 33 şiir ve öykü de dergide yerini alıyor. Hayal Bilgisi 22'de toplam 65 yazar ve şairin eseri yayınlandı.Darbe girişimi esnasında ve sonrasında yazar ve şairlerin sosyal medya paylaşımlarını derleyerek Mevzubahis bölümünde yayınlanmış. 20 edebiyatçının darbe fikirlerini bu alanda yer alıyor.
15 Temmuz'un simgesi haline gelen kareleri, Ahmet Uzun çizerek derginin kapağına taşımış.


GÖRME ENGELLİLER İÇİN ŞİİR
Bu sayıdaki iyilik projelerinden biri Levent Albayrak'a ait. Görme engelliler için braille alfabesi ile şiir yazılmış. Kabartma harflerle hazırlanan şiir, dergiyle birlikte okurlara gönderilecek ve farklı şehirlerdeki görme engelli vatandaşlara ulaştırılacak. Hayal Bilgisi'nin sloganı haline gelen "Hazırlan İyi İnsan" başlıklı şiir görme engellilere bu şekilde ulaştırılmış olacak. Hayal Bilgisi ekibi, bu projenin görme engellilere karşı bir farkındalık oluşturmasını ümit ediyor.

15 TEMMUZ AFİŞİ


Ahmet Uzun'un 15 Temmuz'un simgesi haline gelen anları resmettiği afiş, 240 şehidin isimlerini de taşıyor. Afiş, dergi sayısından fazla bastırılarak, çeşitli yerlerde dağıtılacak. Kahramanların isimleri ve kahramanlıkları evlerde, iş yerlerinde bu şekilde yer alacak...

İYİLİK ATÖLYESİ


İyilik Atölyesi sayfalarında Hayal Bilgisi ekibi çocukların "Bir Hayalim Var" başlıklı mektuplarını yayınlıyor ve okur/yazarlarına yaptığı çağrı ile bu hayalleri gerçekleştiriyor. 22. sayıda bu projede ilk kez Van ve Erciş dışına çıkılmış. Fuat Uçar, Manisa ve Bursa'daki çocukların hayallerini yazdıkları mektupları dergiye ulaştırmış. Üç çocuğun hayalini gerçekleştirmek için bu sayıda okur ve yazarlar çağrı yapılmış.

ZAFER MANİFESTOSU


Derginin önsözü bir zafer manifestosu. Kısa süre önce sosyal medya hesaplarından paylaşılmıştı. Şu ana kadar binlerce kişiye ulaşan bu metin, Hayal Bilgisi'nin ortak sesi olarak, ülkemizde kötü emelleri olan bütün odaklara karşı yazıldı.

SESLİ DERGİ


Hayal Bilgisi'nin içeriğini hem okuyucular, hem de görme engelliler için seslendiriliyor. Bu sayıdaki seslendirmeler Semra Gülşen Çalışkan Gazioğlu ve Atillahan Erdağ tarafından yapılmış.

VAN/ERCİŞ KARTPOSTALLARI

Erciş İnci Kefali Göçü konulu fotoğraf yarışmasında dereceye giren fotoğraflar ile Van Kültür ve Turizm İl Müdürlüğü'ne ait Van fotoğrafları derginin 22. sayısıyla birlikte hediye olarak gönderiliyor.

ABONELİK

Hayal Bilgisi'ne abone olmak için aşağıdaki hesaba 40 ₺ yatırabilirsiniz. İsim ve adres bilgilerinizi ise abonelik talebinizle birlikte ayse-cihat@hotmail.com adresine göndermeniz yeterli.

Hesap Bilgileri:
Ziraat Bankası Van Erciş Şubesi,Cihat Albayrak adına,
IBAN: TR090001000293460507025001
HESAP NO: 0293460507025001

Yeni abone olacaklara dergi, afiş ve kitaplardan oluşan hediye paketi ilk sayıyla birlikte ücretsiz olarak gönderiliyor.

22. SAYIDA YER ALAN YAZAR VE ŞAİRLER


Zeki Altın, Yalçın Ülker, Şeyda İpek, Süleyman Bozkurt, Sinan Gök, Samet Zenginoğlu, Nesibe Yıldız, Naciye Özkan, Mustafa Işık, Muammer Gül, Mert Bayram, M. Atilla Maraş, İsmail Gelegen, İbrahim Sarp Baysu, Havva Içöz, Hakkı Aytaç, Gülşen Çağan, Esra Sağlık, Ercan Ata, Emre Şen,Emine Muradoğlu, Emine Esin Arık, Elif Taş, Demet Genç, Büşra Nur Kayabaşlı, Buğra Taşova, Birgül Temur, Bayram Zıvalı, Banu Göçmez,Aytaç Ayna, Akın Akar, Ahmet Ahmet Mentes, Adige Batur --- 15 TEMMUZ:Yilmaz Sit, Uğur Ortaç, Tunay Özer, Şakir Kurtulmuş, Sezer Taş, Samet Saltık, Nur Kıyak, Mücahit Akıncı, Murat Soyak, Mimar Sinan Elter, Kevser Kılınç, Kevser Evsen, Hasan Ortakaya, Gülsüm Yıldırım, Fatih Kılıç, Fatih Budak, Erkan Terzi, Erdal Şahin, Dilan Adar, Cihat Şit, Cihat Albayrak, Ayşe Ünsal, Ayşe Gönenç, Ayşe Arıkan, Atillahan Erdağ, Arif Onur Solak, Ahmet Uğur Solak, Ahmet Kurbani, Ahmet Kanter, Ahmet Avcı

MEVZUBAHİS'TE SOSYAL MEDYA PAYLAŞIMLARI DERLENEN YAZARLAR

Senai Demirci, Necip Tosun, Ünsal Ünlü, Abdullah Harmancı, Hüseyin Su, Cemal Şakar, Zeki Bulduk, Ercan Köksal, Beyaz Bulut Dergisi, Güray Süngü, Saliha Sultan, Mustafa Akar, Merve Koçak Kurt, Mahmut Bıyıklı, Ulvi Kubilay Dündar, M. Fatih Kutan, Selvigül Şahin, Hasan Bozdaş, Şakir Kurtulmuş, Aykut Ertuğrul

- Hayal Bilgisi bu sayıda da nitelikli metinlere daha çok yer verebilmek amacıyla 48 değil 56 sayfa olarak çıktı.

Perşembe, Haziran 9

Dedeme..II



Zaman nasıl da hızlı.. Bak bir hafta daha geçti. Yarın Perşembe. Dışarda yine yağmur. Dünya alelade bir cinnete dönüştü. Her yerde patlamalar. Bunları görmüyorsun artık diye seviniyorum biraz. Dünyaya insanların bu yaptıklarına biraz daha tahammül edecek olmak bile zor. Soğuyorum günden güne dedem, dünyadan, insanlarından, kendimden bile bazen... İçimde yetişsin diye diktiğim bir fesleğen, dal dal kuruyor gibi hissediyorum. Suyu götüremiyorum uçlarına, sanki ruhumun dallarını artık besleyemiyorum, zamansız yapraklarım dökülüyor. İçimde hayatın adımları yavaşlıyor. İstiyor muyum bunu, istemiyor muyum, bilmiyorum ki... Söylediklerim bambaşka anlaşılıyor, yüreğimden geçenler. Neden hep ben güçlü olmalıyım diyorum bazen, ben neden göğüslemeliyim, neden ben koşmalıyım hep, neden hep ben bir yerlere yetişmeye çalışmalıyım. Yorgunum, buna hakkım var mı bilmiyorum, çok yorgunum dedem. Öyle çok gittiniz ki...Çalan her telefonda aklım yerinden çıkıyor. telefonlar artık hiç güzel çalmayacaklarmış gibi geliyor. o yüzden hep ben aramak istiyorum. İşin kötüsü ben bunları artık kimseye anlatamıyorum. İnsanlar kurallarına uyduğun kadar yakın ve seninle. Onların istediklerini yaptığın kadar sevecen ve sabırlı. Ben artık kimseye içimi açmak istemiyorum belki de. Belki de en iyisi başkalarının acılarına sarılmaktır.
Şimdi dünyam yıkılmış gibi konuştuğumu düşünüyorsun, üzülüyorum seni böyle düşündürdüğüm için, ama beni dinleyeceğini biliyorum, anlayacağını, hani her zamanki gibi sükunetle karşılık vereceğini. Ağzından çıkanlara çokça kıymet vereceğimi bildiğinden, dilinden çıkacakları kaç kez süzüyordun diye düşünüyorum bazen.

Anneannemden haber aldım bugün. Sana çok sinirli. Çabuk gelsin beni eve götürsün diye tutturuyormuş. Evini ve seni çok özlüyor. Nasıl iyileşeceğiz biz bir fikrin var mı? Allah'a dua ediyorum sürekli, şu daralan daralan ve incelen yüreklerimizi bırakmasın feraha çıkarsın diye... Zaman sahura yürüyor. Karşımda bir ramazan akşamı sahura doğru tüm ısrarlarımıza rağmen eve gitmek için yola koyulduğunuzda çekilen fotoğraf duruyor. Kolkola. Elinizde sahur için su böreği. Dün giibi. Dünyanın yalan olduğu burdan belli. Ve biz dünyaya sıkı sıkıya bağladığımız iplere tutunmaya devam ediyoruz. Zoruma gidiyor.

Ümit Sayın ve Tarkan söylüyor şimdi bir de 'Gitme'..

Vazgeçilen olmak çok zormuş dedem.. Başımı dizine koysam.

09.06.2016
01:06- sahura doğru

Perşembe, Haziran 2

Dedeme...



"yağmur herkese yağar;
ama çok az insan tutar yağmurun ellerinden..."


Ve sen yağmurun ellerinden tutanlardandın... Hayat beni ıslatır mı diye düşünmeden şükredenlerden, her zaman iş başında olanlardan, yorulmadan, yılmadan, bıkıp usanmadan koşup duranlardandın...Hepimiz için, herkes için. Yağmurun ellerini tutuyordun, herkes kaçarken sen ıslanmayı seçiyordun ve kazanıyordun...

Bugün gidişinin üzerinden tam üç hafta geçti. Oysa acılarımızın kavrukluğu hala taptaze duruyor. Özlemlerimizin boyu uzuyor ve uzayacak da biliyorum. Bir yanımsa hala inanmakta zorlanıyor, sanki başka bir şehirde bir telefon uzaklığındasın ve telefon açıldığında o sevecen heyecanlı sesin çarpacak kulaklarıma...

Üç hafta önce belki de bu saatlerdi, Nuriye öğretmenimin, kardeşim Hilal'in annesinin gidişiyle soluvermişti gün... Fotoğraflardan bir yüz daha eksilmişti, çocukluğumuzun bir parçası daha kopmuştu sanki. O gün öyle uzun ağladım ki, susmak istesem de bir türlü susamadım. O gün senin sesinle içimdeki hayat tazelensin istemiştim dedem, seni aradım nefesini duyabildim sadece ve yüzünde belli belirsiz oluşan tebessümün haberini alabildim annemden. İştahsızlığın her zamanki gibi geçecek diye bekliyorduk oysa. "Bak az kaldı, ben gelince moralin yerine gelir senin, ben yine sana takılırım, yüzümüzde güller açar..." demiştim.. O çok sevdiğin, beğenerek şöyle karşılarında durup uzun uzun baktığın kırmızı koltuklara güneş ışığı düşerken bir sütlü kahve içeriz diye hayal ederdim. Az bir zaman vardı gelmeme, ama kısmette yokmuş yeniden görüşebilmek... O zaman mesafeler vardı arada, uzun yollar, ki sana yetişemediğim o yolları ömrümce affedebileyeceğimi sanmıyorum hiç... Ama sanki şimdi mesafeler kalktı aradan, sanki her zaman burdasın, hepimizin yanındasın, sesini duyamasak da hissettiriyorsun varlığını... Hani diyordun ya, "canını sıkan biri, bişey olduğunda hemen gelip söylüyorsun bana, ben hakkından gelirim hepsinin" diye, şimdi de aynı güveni taşıyorum yüreğimde...Sen de her zaman dualarımızın sesini duyuyorsun değil mi?

Hacı dedemi kaybettiğimizde daha küçücüktüm, bahçede yıkandığını görmeyeyim diye gözümü kapatıp içeri geçirmişti İsmail enişte çok iyi hatırlıyorum, üzülmüştüm, o zamanki yaşımın boyu kadar... Kübra'yla bahçe kapısından dışarı çıktığımızda sonra, bir ağlamak oturmuştu yüzüme, o sırada köşedeki caminin yanından bir bisiklet dönüyordu. Bir fotoğraf karesi gibi hafızamda kalanlar bunlardı. Sonra babaannem gitti, dilinden düşmeyen dualarından mahrum kalacak olmak bile korkutuyordu beni, özlemekse hep başa bela oldu. Divanhanede yaptığı hamur kızartmalarını, silkelediği dutları, ellerinin kokusunu..

Annem bir rüya görmüştü çok olmadı anlattığı, babaannemin ona sarılıp rahatlattığını, sanki merak etme, onu ben karşılayacağım der gibi... Şimdi beraber misiniz dedem? Annemi görüp de ona ilk sarıldığımda bunu söyledi bana; "ağlama kızım, dedeni babaannen karşıladı" dedi...

En çok bizi uğurlamak için çıktığın balkon penceresinin önüne geldiğimde idrak ettim gittiğini, uzun yolları aştığımda, o evin önüne geldiğimde, ne çok şeyin eksildiğini... Bir kapı, bir pencere ne çok şey anlatıyormuş insana. Bizi oradan görüp sevinerek kapıya koşmanı bekliyordum oysa; pencerelere baktım yoktun, yatağın, uykunun en güzel halinde gittiğin yatağında da yoktun... Eşyalar anlamının yarısını yitirdi, diğer yarısı emanetin olan canım anneannemde şimdi... Yokluğunu kabul etmek istemeyen yol arkadaşında. Yaşadıkların ne zordu, ne zordu hayatını verdiğin kadının seni tanıyamaması bazen, güçlüydün sen de hepimizden, annem gibi tıpkı. Şikayet etmedin, sessizce baktın yüzüne hep, tanıdık bir bakış arar gibi, belki ağlıyordun, içinde biriken nehri belki bizden saklıyordun...

Uzun ve güzel bir yoldu ama. Çocukluğumun en güzel zamanlarını  ve ömrümün en kıymetli yerlerini doldurmuş olmanıza şükrediyorum her zaman. Emeklerinizi ödeyemeyeceğimi biliyorum. İkinci birer anne-baba olmanızı, her zaman yanım/ızda olmanızı, mezuniyetime bile koşup gelmiş olmanızı; nasıl unuturum. Altıntaş fırınından beraber aldığımız ekmekler gibi sıcacık ve taptaze duruyor her anı. Beşinci kattaki eski evin arka büyük balkonunda yediğimiz şekerli omlet gibi tatlı üstelik. Balkondan aşağı baktığımızda bizi kucaklayan sarmaşık güller gibi mis kokulu. Nasıl unuturum, unutursam taş olayım.

Senden anneannemden ne çok şey öğrendiğimi düşünüyorum şimdi. Gittiğinde başsağlığı için gelen insanların anlattıklarından, yaptıklarının gördüklerimizden ne kadar büyük olduğunu anladığım gibi. Düşünürdüm o zamanlar; bir insan hiç mi yorulmaz, hiç mi öf pöf demez, hiç mi ben yapamam, şimdi olmaz demez; hep mi yardım istendiğinde anında hiç beklemeden yetişir herkese, insan ayırmadan diye. Ölümden korkmadığın gibi korkmazdın insanlardan da; tek derdin herkese yetişebilmekti. Sana iyi olana da zararı dokunana da. Çünkü sen Allah'ın yarattığı, 'insan' dendiğinde hatırlattığı insan olmaya çalıştın hep. Ve birbirini kırıp geçiren, sonrasında dönüp ardına bile bakmayan insancıkların yaşadığı şu dünyada, bilerek ya da bilmeden kırdığın her kalp için özür dilemeyi bilen kocaman bir yüreğin vardı. Düzelten bozduklarını, çaba harcayan.. İnsanı hatırlatan vicdan ve merhamet, erkekler ağlamaz diyenlerin taşlaşmış dünyalık kalplerine gözyaşlarını bir öğretmen gibi indirirdi. İnsan gözyaşlarından daha iyi okunurdu o zaman. Eşine yardım etmeyi ayıp sayan, erkeklik dedikleri mertebeye uygunsuz bulan onca insana inat anneannemin ikinci eli kolu olmanı da söylemeden nasıl geçerim. Hiçbirini önemsemedin sen, güldün geçtin belki acıdın bile onlara... Eş olmak ne demek, yoldaş olmak ne demek bilmiyorlardı değil mi...

Dünya nasıl da anlamsız geliyor gittiğinden beri, yalandan yaşıyoruz sanki, vedalarda gerçeklerle karşılaşıyoruz. Zaman hızlı. Dünyaya alışmak her seferinde daha zor. alışmasak olmaz mı bile diyemiyor insan; ki insan var dünyada. Kışları soğuk ve uzun bir şehrin göle bakan yamacında uzun uzun oturup içimdekileri demledim üç hafta... Güneş yaza hazırlanırken ben sana yazacağım daha ne çok şey var diye düşünüyorum, biliyorum bundan sonra da konuşmaya devam edeceğiz, ben yazacağım sen kalbinle okuyacaksın inşallah dedem... Yerin güzel, mekanın Cennet olsun inşallah...
Hakkını helal et bize, görüşmek dileğiyle...

Torunun Ayşe.

Perşembe, Mayıs 12

Hilal'e...

Bir fotoğraf. Yıllar öncesi. Henüz ilkokul yaşındayız. Paketlerin içine kitaplar koyduğum doğum günlerinden biri. Yüzümüz gülüyor, çocuğuz, arkada Mezdeke çalıyor biz onlarca çocuk bir evde oynuyoruz. Hayatımızın en güzel günlerini soluduğumuzu bilmeden... Filmleri bitince tab ettirilen bir fotoğraf makinesinin objektifine ellerimiz havada poz vermişiz. Hilal, Öznur, Süheyla, Sariye, ben ve ismini tam da hatırlayamadığım bir sınıf kız arkadaşım...Hilal'in doğum günüydü yanlış hatırlamıyorsam. Bir köşede Nuriye öğretmen. Hilal'in annesi. Ne olursa olsun içinde ne yaşarsa yaşasın yüzünde hep kocaman bir gülümseme. Yaşam enerjisini her zaman yüksek tutan ve çevresine de o pozitif enerjiyi aşılayan Nuriye öğretmen. Annemin arkadaşı hem, hem aynı okulda öğretmen... Güldüğümüz yerde, o fotoğrafa bakarken durdurmak istiyorum hayatı. Dünyadan korkmaktan yoruluyorum bugün. Çünkü bugün Nuriye öğretmeni de kaybettiğimizi öğreniyorum... Demiştim ya daha öncede; özlemle baktığımız fotoğraflardaki yüzlerin teker teker silinmesi gibi bu sanki. O fotoğraflarda tek başına kalma korkusu, daha önce gitsem bencilliği biraz... Ne bahar ne yaz.. Mevsimler pek de geçmiyor artık. Dünya dönüyor sadece. Zamanımızı dolduralım diye sanki dönüyor dünya.

Bilmiyorduk hayatımızın en güzel, en huzurlu ve en mutlu günlerinde yürüdüğümüzü... Neleri dert ediniyorduk diye düşünüyorum o günlerde, nelere ağlıyor nelere üzülüyorduk...  Bilmiyorum, önemsiz geliyor ne varsa zaten. Kaybettiğimiz insanlar geri gelmiyor.
Hilal, babası saz çalarken, ki Selahattin öğretmen harika saz çalıp söylerdi ve kızları da öyle, o söylüyor türküleri. Kulaklarıma taşıyorum seslerini. İlkokul biterken yazmıştım ya neler hissettiğimi, o gün başlıyor bütün ayrılıklar. Sonra geçen zaman, 13 yıl önce şu sıralarda Selahattin öğretmen gidiyor ilk. Hayatta görüp görebileceğiniz en hassas insanlardan biri. Dünya ağır geliyor bazı insanlara. Çabuk pes ediyorlar. Kırıldıkları yerler derin çatlaklar oluşturuyor ruhlarında, bu yüzden tanıyıp sevdiğim kimsenin ince ruhlu olmasını istemiyorum biraz. Lakin "amağğn" deyip de geçemiyor sevdiğim hiç kimse.

Nuriye öğretmen eşinin yanına gidiyor diye, ki inşallah, belki az da olsa sevinebiliriz. Ve Allah'a kavuşacağı için.

Dünya allak bullak bugün. Ağlamadığım ne varsa ağlıyorum hepsini. Birikmiş ne varsa... Korkularımı da akıtmak istiyorum. İmanım mı kuvvetsiz benim bilmiyorum Allah'ım. Ne olur sen güçlendir bizi...

Çocukluğum, güzel sesli, gözleri kocaman gülen Hilal, keşke yanında olabilseydim şimdi..

12.05.2016 | Dünya'da hala..

Çiçekli Pencereler


'Dünya bu apartman ise sen o çiçekli penceresin...'

Cümlenin kurucu yüreği Emine Muradoğlu. :) Aynı şehirde olduğumuzu nice sonra öğrendiğim. Yüzü Van Gölü'ne bakan şehrin içinde bulutların yağmurunu süzen birileri lazımdı... İnsanın aynı dilden konuşan birilerine rastlaması güneş dünyaya yaklaşmış gibi ısıtır ya içini.. Emine'yi okudukça ve onu tanıdıkça, kışları uzun ve soğuk bir şehirde bahara inanmak gibi...
Emine'den doğan satırları okurken insan, pencereden bakarken her seferinde güzelim baharı görüyor gibi oluyor; hani çocukmuşuz, dünya güzel ve huzurluymuş, babamız tam da sokağın köşesinde elinde ekmek poşetiyle görünüvermiş de diğer poşette de bize çikolata getirdiğini biliyormuşuz gibi, hem babamızın eve dönüşüne hem de poşetteki çikolataya seviniyormuşuz gibi... İçimi ısıtan, çocukluğumuzda mı bıraktılar dediğimiz samimiyeti her defasında yeniden canlandıran, güzel insanlar ülkesinin Emine'si iyi ki tanışmışız seninle.. 
Uzun olsun dostluğumuzun yolu inşallah..

12.05.2016 | Dünya

Perşembe, Nisan 14

Maydanoz Demetinde Dünya



Maydanoz ayıkladım az önce, çocukluğumdan beri en sevmediğim iştir halbuki... Çocukken anneme işlerinde yardım etmek istediğimi söylediğimde sıklıkla yeni alınmış birkaç demet maydanoz poşetini koyardı önüme; bunları ayıklamamın ona en büyük yardım olacağını söylerdi gülümseyerek. Bazen pişman olurdum sorduğuma. Toz almak, pirinç ya da mercimek ayıklamak( o zamanlar pakettekiler bile kocaman taşlar barındırırdı:)), peşim sıra o zaman bana göre fazlaca ağır olan elektrik süpürgesini sürüklemek daha cazip gelirdi, hatta izin çıksa da herkesin deli gibi sevdiği ütü yapma! işini üstlenebilseydim! (: Soğan bile doğrayabilirdim, ağlayarak... Ama maydanoz sabır ölçücü bir işti. Çocuktum ve sabrım bir elimin parmakları kadardı. Ve ben genellikle maydanoz poşetinin tamamını ayıklamadan bir yolunu bulur kaçardım mutfaktan. Şimdi düşünüyordum da, o zamanlardan ayıklansaydı bi'şeyler bugün bu sıkıntıları yaşamazmışız gibi geliyor... Arkamdan ağlayan ekmek ve yemekler gibi, ardımda gözü yaşlı maydanoz demetleri bırakmış gibi hissediyorum.
Bugün oturdum ve baştan aldım her şeyi. Geride kalan yarım demetlerin acısını çıkarmak için manav reyonlarındaki tüm demetleri ayıklayabilirdim. Elimdeki poşetlerle yetinmek zorunda kalarak bir kısmı az da olsa sulanmış ve aralarına biraz ısırgan biraz da ne olduğunu çözemediğim bir tür ot karışmış demetleri büyük bir keyifle ayıkladım, saplarını uzun bırakarak. Isırgan otları elimi daladı biraz, ama tüm demeti diğer otlardan kısa sürede temizlemeyi başardım. İçim bir rahatladı, derin bir nefes aldım, sanki dünyayı kurtardım! Ayırdığım her yabani otta dünyayı ayıklar gibi hissettim biraz. Zamanında herkesin amağn bana nesi dediği herşey önüme serilmiş gibi düşündüm biraz. Keşke dedim sonra, keşke dünya da böyle ayıklansaydı. Ayrık otlarından ısırganlarından ne olduğu belirsizlerden ayrılsaydı, sonra toplanan tüm o işe yaramazlar başka bir poşete tıkılsa ve üzerine iki kez düğüm atılsaydı, kendi hallerinde çürümeye bırakılsaydı hepsi...


Gecenin bir yarısı şimdi. Vecihi bile uykuda. Dışardaki yavru köpeğin sesi çıkmadı bugün hiç. Dün kavga eden iki iri köpeği ayırmak için avazı çıktığı kadar olduğu yerden havlıyordu oysa, çocuklarla oynuyordu. Güneş bulutların arasından çıkıp da yüzüne düşünce mutluluktan kendi etrafında döne döne zıplıyordu. Pencerenin kenarından sevmiştik onu, yarın bir tabak dolusu yemek verelim demiştik... Bugün yok oldu.

Düşünüyorum da tam tersine dönüyor dünya. Gitmesi gerekenler, zararlılar ve ne olduğu belirsiz olanlar yerini hep iyilere veriyor. Toprağa cılız bir kökle bağlanmışlar gibi tıpkı.. Diğerlerine benzemiyorlar. Kötülükten beslenenlere, birilerinin sırtından geçinenlere, pis vantuzlarıyla bırakmamasıya yapışıp kan emenlere, ilik kemik sömürenlere benzemezlerdi elbet. Bunca sıkı tutunmuşken dünyaya ve bu denli dünyalık olmuşken kolayca gitmeleri de elbet mümkün değildi...

Yarın hava açık mı olacak bilemedim. Gökyüzünde yıldızlar belirginse ertesi gün hava güzel olur denirdi eskiden, şimdilerde tutmuyor bu tahmin... Yıldızlar yakın hava kararsız, küçük köpek sessizliğini de bırakıp gitmiş...

Ayıkladığım maydanozları bir buzdolabı poşetine koyup dolaba yerleştiriyorum. Kapağını kapattığım dolabın ardında kalıyor yeniden ayrık otlarıyla birbirine karışmış ayıklanamaz dünya...

13.04.2016
00:30 | Dünya

Pazar, Nisan 3

Bahçemde Yeşeren Umutlar!


Sonu kötü biten hikayelerden korkuyorum. Buna benzer bir şeyi geçenlerde bir arkadaşımın dilinden de duymuştum; "baktım ki kitaptaki karakterlerin başına gelmeyen kalmıyor kapatıyorum, orda bırakıyorum o kitabı" demişti. Çünkü korkuyoruz artık, dalgaya aldığımız eski Türk filmlerini işte böyle özletirler bize diyoruz. Sonu güzel biten kitaplara açıyoruz kollarımızı, sonunda herkes için "mutlu mesut yaşamışlar" desinler diye geçiyor içimizden. Dünya bu kadar hastayken, iyileşeceğinin umudunu içimize eken kitaplar okumak, aydınlık günler vaadeden filmler izlemek istiyoruz.
Ve ben her seferinde elime aynı ismin kitabını alıyorum böyle zamanlarda. Beni hayal kırıklığına uğratmayacağını biliyorum, başlarına ne gelirse gelsin kahramanların, sonu güzel bitecek hikayenin diyor her seferinde yazar. Kalbime umudu, heyecanı ve sabrı ekiyor. Debbie Macomber, bunu bana her kitabında yapıyor.

Kimine göre popüler kültüre hizmet eden yazarlardan biri olarak görülse de bende Macomber umuda hizmet eden isimlerin başında geliyor. Kafamdaki karışıklıkları toplayıp, dünyanın dağınıklığına çekidüzen veriyorum biraz zihnimde, içinden çıkılır gibi gelmiyor aksi takdirde.

Elime defalarca aldım bu kitabı. Ama içimdeki mumun alevi hiç bu kadar cılızlaşmamıştı demek ki ve her kitabın zamanı olduğuna inandığım gibi onun zamanı da yeni gelmişti.

Bahçemde Yeşeren Umutlar, yine Martı Yayınları'ndan çıkan Küçük Mucizeler Dükkanı ile başlayan serinin üçüncü kitabı. Önceki iki kitapla sonuna kadar bağ kuramayan hikaye size sonunda güzel bir sürpriz yapıyor.
Tanıdık bir yolculuğa çıkıyorum, başladığım andan itibaren. Annesi hızla hafızasını kaybeden Susannah'ın yaşadıklarıyla annemi bi kez daha çok iyi anlıyorum.
Yakın zamanı hatırlama yetisini giderek kaybeden bir insanın yaşadıklarına yakından tanık oluyorsunuz bu hikayede. Anneannemin nasıl hissettiğini içimde yoklamaya çalışırken devamlı, bu kitapla karşılaşmam bir tevafuğa dönüşüveriyor. Bana hayatının büyük kısmını unutan bir insanın nasıl hissettiğini anlatıyor hem, hem de onun en yakınlarının gözünden bu durum nasıl karşılanabilir sorusunu cevaplıyor biraz. Biraz anneannem biraz annem oluyorum, kendime dönüyorum sonra.

Hayatta herşey insanlar için. Aynı ritimde gitmiyor hiçbir şey, aynı zaman diliminde insan hayatının en verimli ve güzel dönemini geçirirken bir yandan da telafisi olmayan zor bir yolu da göğüsleyebiliyor. Yaşamak tam olarak, "işte ben buyum" diyor...

Bahçemde Yeşeren Umutlar'ın ana karakteri Susannah, babasını kaybettikten sonra yalnız kalan annesinin hayatında bir şeylerin ters gittiğini farketmesinin ardından, annesi Vivian'ın yanına doğru yola çıkar. Mutlu bir evliliği, anlayışlı ve onu seven bir kocası ve iki çocuğu olan Susannah, geçmişinde bıraktığı ancak son zamanlarda yeniden aklını kurcalayan bir sorunun yanıtını bulmak için de dönmüştür ailesinin olduğu yere. Zor günler onu bekliyordur.

Kadınların yaşadığı zorlukları ve bunlarla başa çıkabilme kabiliyetini de en iyi şekilde anlatan yazarlardan biri olan Debbie Macomber, hem Susannah'ın hem Vivian'in hem de Carolyn'in yaşadıklarıyla bunu bu kitabında da bir kez daha kanıtlıyor.

Bir kitabın içinde, bir filmde, oturduğunuz apartmanda ya da yaşadığınız şehirde herhangi bir yerde başına ne gelirse gelsin, o durumun üstesinden başarıyla gelip kendi ayakları üzerinde duran kadınları, insanları daha doğrusu alkışlamak geliyor içimden. Hepsinin hikayesini yazmak ve herkese duyurmak istiyorum tüm kalbimle... Ekranlarda gördüğümüz, insanı aciz gösteren, kötülüğün kazandığına inandırmaya çalışan ve emeksiz haksız kazançları meşrulaştırmaya çalışan yapımların, hayatların karşısına yazının ve gerçek hayatların yumruğunu koyma isteği doğuyor içimde.

İnsan gücünü kendinden alır, vicdanından ve kalbinden toplar bu gücü. İçimizde uyuyanları uyandırıyor Macomber'in yazdıkları. Onu ne zaman okusam ve sonuna gelsem hikayenin; dünyadaki tüm olumsuzlukların karşısına tek başıma durabilecek gücü uyandırıyorum içimde. Bu yüzden önemli benim için sonu güzel biten, sağlam hikayeler ve yazarları...

Dışarda kar yağıyor; mevsim Nisan'ın başı. Okudukça güçleniyor insan, hatırladıkça nerde olursa olsun içini sıcak tutmayı başarabiliyor. Bu yüzden önemli yazılanlar, hikayeler ve yazarları...

Bir kez daha teşekkürler Debbie Macomber!...

03.04.2016 | Dünya'dayız hala.


KİTABI SATIN ALMAK İÇİN TIKLAYIN.





Arka Kapak'tan

Aradan uzun yıllar geçmişti. Bu süre içinde yaralarım iyileşmiş, mutlu bir evliliğim ve iki çocuğum olmuştu. Tüm bunlara bakıldığında her şey yolunda gibi görünüyordu ama iç dünyamda hissettiklerim bambaşkaydı…

Eksik kalan bir şeyler, geçmişime dair cevaplanması gereken sorular vardı. Gidilmemiş yollara, gerçekleşmemiş hayallere duyduğum merak sürekli aklımı kurcalıyor, zamanı geri almak ve yarım kalan anıların kapılarını aralamak istiyordum.

Yaşadığımız dünyanın iyi-kötü, acı-tatlı ne çok sürprizle dolu olduğunu anlatan, şaşırtıcı olduğu kadar etkileyici bir roman. Debbie Macomber, küçük Mucizeler Dükkânı ve Bir Yumak Mutluluk’tan sonra yeni kitabı Bahçemde Yeşeren Umutlar ile seriye bambaşka bir lezzet katıyor.





Perşembe, Mart 24

Barış Manço Gitmeden...



5. sınıf bitmişti. Karnelerimizi, takdirlerimizi almış, yıl sonu müsameresini sunmuş hızla boşalan okul bahçesinde sudan çıkmış balık gibi kalakalmıştık. Kaç kişiyle sarılmış, kimlerle uzun uzun vedalaşmıştık artık net değil hiçbiri gözümde; lakin beş kişi, okul bahçesinde bir yere çökmüş yüzümüzün ıslaklığını siliyorduk, bundan sonra ne olacağını merak ederken. Öznur, Ayşenur, iki Hilal ve ben... Hatırladığım yüzler ve isimler... Milli Eğitim Vakfı İlkokulu'na öğrencisi olarak son bakışımızdı ve az evvel artık ailemizin bir parçası olarak gördüğümüz sınıf öğretmenimize sarılmış, vedamızın burun akıntısını önlüğümüzün kollarında kurutmuştuk. Alıştığımız yerden kopmaya başlamıştı hayat, tam her şeyi yerli yerine oturtmuşken, tam da her şeye ayak uydurmuşken, bilmediğimiz bir dünyaya büyüyüvermiştik birden.

Bacakları kısa sıralara sığmıyorduk artık evet, birinci sınıflardan bir hayli uzun sayılırdık, hatta sınıfımızdaki erkek öğrencilerden bile ve öğretecekleri bitmişti ilkokul ders kitaplarımızın bize. Ne olmasını bekliyorduk ki... O gün, beş kişi bir daha öğrencisi olarak giremeyeceğimiz okulun kapısına bakarken neler geçiyordu aklımızdan tek tek sayamasam da; ilk ayrılığımızın acısı çöküyordu iyiden iyiye yüreğimize. İdrak ediyorduk bir daha hep birlikte bir yerlerde aynı anda olamayacağımızı... Beslenme çantalarından ve suluklardan, her gün yüzünü gördüğümüz ve hiç durmadan gözüne girme çabasını taşıdığımız sınıf öğretmenimizden, iki elimizin parmaklarını geçmeyecek kadar sayıdaki öğretmenlerden ve sırf bu yüzden, sırf herkesi tanıyıp bilebiliyoruz diye içimizde bilmeden hissettiğimiz o güven duygusundan ayrılıyor olmak tarifi imkansız bir hüzne boğuyordu bizi...


Teneffüs zili çaldığında son hızla duvara çarpan kapıları ve içerde güç bela tutuluyorlarmış havasını taşıyan öğrencilerin itiş kakış bahçeye koşturmalarını sanki bir daha göremeyecekmişiz gibi tekrar tekrar canlandırıyorduk gözümüzde... Birinci sınıfta hecelere ayırdığımız kelimeler gibi dağılacaktık, doğruydu; her birimiz başka bir cümleye dahil olacaktık. Belki bir daha kalemimizi açmak için çöpün başında tahtadaki zor sorunun çözümü bitene kadar bekleyemeyecektik. Kalorifer peteğine kalemimizi falan düşüremeyecektik ya da sınıf panosuna asılmayacaktı yazdığımız şiirler... Okul bahçesinde ardımıza mendil bırakmayacaktı yağ ve bal satan arkadaşımız, kantinde Tombi almak için ya da sabah kahvaltı yaptığım halde sıcak simit almak için sıraya giremeyecektim, Halley bir lüks olamayacaktı belki de... Bodrum katındaki sınıfların toz kokusunu duyamayacaktık bir daha... Saçlarımıza taktığımız kurdelelerin ve yakalarımıza iliklediğimiz yakalıklarımızın kolalanmasına gerek kalmayacaktı çünkü onlara da gerek kalmayacaktı. Temizlik kolu öğrencileri, tırnaklarını kesmeyen ve mendilini getirmeyen arkadaşımızı öğretmene şikayet edemeyecekti. Ayşenur'un kışları mandalina kokan, yazları sık sık minik keklerle dolan beslenme çantası hiç açılmayacaktı yanımda ve beni sık sık kızdıran Rasim'in yakasını yırtıp giderken ona Resiiim diye bağırıp kızdıramayacaktım. Mevsim şeridi gibi geçiyordu gözümüzün önünden beş yıl. O gün o bahçede, yazın neşesi yerine ayrılığın acısını yaşayan beş arkadaştık... Cesurduk aşı sırasında hepimiz ama bağışıklık kazanamamıştık henüz hayata... Oysa Barış Manço hala hayattaydı, o günlerde hala ailemiz gibi sevip inandığımız ekran yüzleri vardı, sıcacık evlerimizde huzurla yapılan pazar sabahı kahvaltıları sonra. Hepimiz çoktan su çiçeği çıkarmış üstüne bir de kabakulak olmuştuk. Çözülemeyen sorularla ve yalancılarla ve hainlerle ve ikiyüzlülerle henüz karşılaşmamıştık... İçimize doğmuştu belki de ilerde tanışacaklarımız. Korkularımız bundan mıydı bilinmez; hayat alıştığımız yerden kopmaya devam edecekti...

Sonra alıştık ayrılıklara, Barış Manço gittikten sonra, yaprak gibi dökülen sevdiklerimizin gidişine ve sanki hiç bitmeyen sonbahara.. Alıştık gibi.. Anlatamadıklarımıza ve bizi anlamayanlara; biraz da... Çocuklara karıştı o günlerin çocukları, kaygıların en babalarıyla tanıştı. İçinde bulunduğumuz bahçeler büyüdü, parmak hesabıyla sayamadıkça tanıdıklarımızı güvendiğimiz her şey küçülüverdi sanki..
İp atladığımız bahçenin asfaltını kaçıncı kez dökmüşlerdir kim bilir, müdürün arabasının yanında Ali Vapura Kaç Kez Binmiş İstanbul'da İnmiştir... Kar kaç kez yağıp kalkmıştır okulun kapısına uzun uzun baktığımız yerden, zil kaç defa çalmıştır, kaç kişinin elması kızarmış, kitaplık kolları öğrencilere kaç kitap dağıtmıştır... Bahçede kaç ağaç kalmıştır, okul yolundan kaç otobüs geçmiştir...
Kaç arkadaş okulun son günü o kapıya bizim gibi bakmıştır...

Hayat alıştığımız yerden kopmaya devam ediyor, büyüdüğümüz yerden yeniden başlamaya.. Ben mi, ben aslında hep korkmuştum alışmalara...

23 Mart 2016 | Dünya

Cuma, Mart 11

Öcülerle Büyümek...



Belki de büyükler şakacıktan ya da korkutayım yalandan dedikleri her şeyde haklıydı, doğruydu, biliyordu ama tam anlamıyla ifade edememişlerdi...

Babaannemlerin sofasındayız; hafızamda öyle bir resim beliriveriyor. Namı diğer divanhanede teyzemleri mi uğurluyoruz kime el sallıyoruz hatırlayamıyorum tam olarak ama, orada o iki basamaklı merdivenin ardında aşağıya inmeden tek başıma elim havada kalıyor. Bahçe kapısının sağında bulunan çeşmenin oluğunda gözüme bir şey görünüyor. Çığlığı basıyorum. Rüya mıydı gerçek miydi diye defalarca sordum bugün bile ancak kimse hatırlamıyor ilginçtir ki...

Ne olduğunu sorduklarında öcü gördüm diyorum, öcü buna benziyor olmalı... Kim bilir ne yaramazlık yaptım da gördüm diye başım okşanıyor, kimseleri inandıramıyorum esasen.. Ama görüyorum, hala hafızamda gözümün önüne geliveriyor...

Öcülerle büyüdüğümüz zaman, arkamızdan ağlar sanıyordum; tabakta yarım bıraktığımız yemeğimiz gibi, ardımızda yarım bırakılmış korkulardan olabilirdi. Yanılmışım. Öcüler zamanın yaşına bakarak büyüyormuş meğer. Ve gerçekmiş tüm anlatılanlar. Öcüler, canavarlar aslında masalların içinden ya da yaramazlıkların ardından çıkmazmış yalnızca... Sevdiklerimiz bizi ufak ufak bugünün öcülerine alıştırıyormuş belki de haberimiz yokmuş. Şimdi kimseye sormasam da cevabını biliyorum, herkes anladığı yerden bakıyor kucağında kavuşturduğu ellerine. Kovamadığımız, bitmeyen tükenmeyen ve azalmayan canavarları düşünürken...

Elinde gaz lambası 'insan' arayan Diyojen'i bugün ne kadar iyi anlıyorum.

En son nerde kalmıştık? Hevesim kursağımdaydı değil mi? Canım burnumdaydı, ciğerim pareleniyordu defalarca, elimin tersi yüzümü silip durmaktan kuruyamamıştı bir türlü... Bize çocukluğumuzda öcü diye anlattıkları, canavar kılıklılar yüzündendi hepsi... İnsan gibi dolaşan ancak yüreğinde vicdan barındırmayan ve aslında bir kalbe bile sahip olamayan öcüler yüzünden.

Büyümek insanları anlamaya başladığımızda gerçekleşiveriyor en çok; birdenbire. Zarar veren, hırpalayan, heveslerimizi, hatta hayatlarımızı baltalayan insanları anlıyoruz derken büyüyüveriyoruz. Öcüler insana dönüşüyor ardından. Seçemiyoruz, ayıramıyoruz, işte en çok burda büyümek zorunda kalıyoruz.

Hırslarıyla dünyalara sahip olacağını sanan da, bir çocuğu gelin diye eş alan da, kendinden başkasını umursamayan da, çalan çırpan, şiddet uygulayan, cana kıyan, vatana kasteden, yalanla kardeş, cahillikle yoldaş olan da insan kılığında çıkıyor karşımıza. Biz öyle sanıyoruz, yanılıyoruz, büyüdükçe anlasak da koruyamıyoruz ne kendimizi ne çevremizi...
Yoruluyoruz sonra... Yorgunluklarımız geçsin diye Güneş doğsun istiyoruz, kış bitsin... Baharla yenilenen dünyaya sığınmaya çalışıyoruz... Kuruyan ağaç dalları yeniden çiçeklenirken kalbimizin çoraklaşan topraklarına da su geliyor köklerinden...

Günlerdir evin odalarına kendini sığdırmaya çalışan güneşten kaçıyorum; kalbimin yorgunluğunu, insan görünümlülerin mahvettikleri dünyanın acısını unutmayayım diye. Kanmayayım diye... Merhamet baharla yenilenir mi? İçimiz bizden alıp götürdüklerinin çukurlaşan boşluklarıyla doluyken... Buralara bir kar yağar ertesi gün bahar gelirken, çocuklar ev ödevlerinde aileleriyle sosyal etkinlik adına ne yapacağını bile öğretmen olan komşusuna sorarken... Bahar herşeyi temize çekmeye yeter mi ki zaten???


Çocukluğumuzda anlattıkları öcüleri düşündüm dün; hepsi gerçekmiş meğer, hepsi insanmış...

Perşembe, Şubat 25

Çocukluğumun ilk yarısı: Yasemin'e lV


Çocukluğumun ilk yarısı,

Yasemin, sana yazdığım mektuplar çoğalıyor... Çoğaldıkça korkuyorum çünkü sana hiç iyi şeyler yazamıyorum. Zaman kanadı kırık bir kuş, iyileşmiyor bir türlü... Uçmayı denerken yeniden kırılıyor kanatları. Belki uçmayı unutacak... böyle böyle unutur insan da. vazgeçerek, hevesleri azalarak, heyecanları yiterek...

Yunus burda, ve ben geldiği gün üzülmeye bile başladım gideceği güne ilerlemeye başladı günler diye... Kardeşim, benim kardeşim burda, ona hazırladığım odada kitap okuyor şimdi. Hayal ederken heyecan duyar dururdum tek başına gelmez ki derdim ya geldi işte (: Darısı annem ve babamla kavuşmama inşallah. Çok mutlu oldum, birden çoğalmış gibi, içim kalabalıklaştı. Ancak gelişi öyle zor oldu ki heyecanlı bekleyişlerimizi kırptı ucundan, yordu, yordu. Sis yüzünden inemeyen uçak, fobim oldu şimdi. Ama çok şükür geldi. Bir hafta geçti hatta üzerinden. Ona seviniyorduk tam da, Canan ablanın gidişini duyana kadar. İyiler pamuk ipliğiyle mi tutunuyor dünyaya? Öyle kolay gidiyorlar ki, hızla devrilen bir binanın altından ivedice çekiliverir gibi. Sonra o kocaman bina üzerimize yıkılıyor.

Kanadı kırık zaman giderek güçsüzleştiriyor beni. Öyle hissediyorum. Yorgunluğum yüzümden öyle okunaklı bakıyor ki. Uykularım ağırlaşıyor. Dünyanın sonuna az kalmış gibi geliyor. Bikaç adım sonra cümlemize ayrılan sürenin sonuna gelecekmişiz gibi. O yüzden ne yaşasak anlamı kayıp gidiyor kalbimden. Biz dünyayı gözümüzde fazla büyütmüşüz gibi geliyor. Sabah kalkıyoruz, güneş açmış mı diye de baktığımız nadir, çay suyu kaynasın, acıkmışızdır kaç saat oldu diyerek kahvaltı yapılsın, o sırada televizyon ekranına bakan kumandadan "hiçbir yerde bişey yok" kanalına geçilsin, öğlen olsun yemek hazırlığı, sofrayı toplayalım, çay demleyelim, belki film izleyelim, bi gün kitap insan mı olalalım, uykumuz geldi artık uyuyalım ve yine sabah olsun. Sitede kaç ziyaretçi olmuş, kitap kargoya verilmiş mi, bugün bomba patlayan yer var mı, üzülen sancıyan kaç kişiyiz, hala uyusak mı... Zaman uçmayı unutuyor Yasemin. Çoktandır belki de. Yarın kitabımız geliyor. Bikaç hafta önce kalbim çarpıyordu, elime aldığımda neler hissederim kimbilir diyordum, çok gecikti gelse artık, nasıl oldu okuyanlar ne diyecek... Bütün bu sorular, bu sorulara sebep olan kitabımız bir çocuğun annesinin yeri kadar büyük değil... ufacık, düşündükçe daha da küçülüyor üstelik. Dünyanın gözümüzde büyüyen hali gibi. Central Park'ta su birikintisinden geçmeye çalışan karınca gibi...
Yoruluyorum.

Hala kar var yerlerde, bir yerlere bahar geldiğinden bahsediyor hava durumları, cemre havaya düşüyor. Dükkandaki viledada kalan bir gıdım su artık buzlanmıyor ya da tuğlaya dönmüyor ıslak mendil paketi, hohlayınca buhar olmuyor... ama tüm bunlar olmasa da bahar yok buralarda. Güneş uzak, insanlar gibi...

Ah Yasemin. İtiraf ettikçe kendime kızdığım bir şey var; insanlara acıma duygum kalmadı artık. Utanmalı mıyım? Allah insana verdiği aklı geri alsa diye geçiyor içimden. Kullanmıyorlar çünkü, kullansalar bilirlerdi ölümlü olduklarını. Yaşadıkları yeri cehenneme çeviren tek hücreli insanlar giderek çoğalıyor, bölünüyorlarmış gibi...

Herkes uykuda şimdi. sessizlik insanların kötülükten uzak durduklarının teminatı olabilseydi keşke. Bu gece de içim rahat uyuyamayacağım. Ömrümün geri kalanında olacağı gibi.

İncelikler diyordu Gülten Akın, zamanın kırılan kanadına takıldı...

İyi geceler Yasemin. Nolur bizim için dua et oralardan...İhtiyacımız var çok hem de..

Pazar, Şubat 14

Ercişli Emrah Şiir Ödülü 2016



Ercişli Emrah Şiir Ödülü 2016

Van Yazarlar ve Şairler Derneği, Hayal Bilgisi Edebiyat Dergisi
 vewww.edebiyathaberleri.com internet sitesinin işbirliğiyle, Ercişli Emrah adına geçen yıl (2015) ilk kez düzenlenen şiir ödülü bu yıl 2. kez verilecektir.

Son Başvuru Tarihi:
 1 Nisan 2016

KATILIM KOŞULLARI:
1- Şiirlerde
 konu, tür, üslup ve uzunluk sınırlaması yoktur.
2- Şiirler daha önce internet dâhil hiçbir ortamda yayınlanmamış olmalıdır.
3- Ödüle katılan şairler, rumuz kullanmamalı, gerçek isimleri ile eserlerini iletmelidirler.
4- Başvuru sadece internet üzerinden yapılacaktır. Posta ile gönderilen eserler değerlendirmeye alınmayacaktır.
5- Katılım yalnızca 1 eserle yapılacaktır.
6- Şiir Word dosyası olarak aşağıda belirtilen e-posta adresine gönderilmelidir.
7- Özgeçmiş ve iletişim bilgilerinin olduğu ayrı bir dosya da aynı e-posta içerisine eklenmelidir.
8- Eserlerin gönderileceği e-posta adresi: siirodulu@hotmail.com9- Birincilik, ikincilik ve üçüncülük ödülleri verilecektir.
10- Ödül, hak kazanan yapıt sahiplerine, 2016 yılının Haziran ayı içerisinde,
 Erciş’te düzenlenecek Ercişli Emrah Şiir Ödülü 2016 etkinliğinde verilecektir.
11- Ödül tutarı ve seçici kurul üyeleri, eserlerin değerlendirmesi sonuçlandıktan sonra açıklanacaktır.
12- Gönderilen eserler arasından yayınlanmaya değer görülenler,
 Hayal Bilgisi Edebiyat Dergisinde yayınlanacaktır. Şiirler ayrıca, bir kitapta toplanarak yayınlanabilecektir. Bu nedenle, gönderilen eserler iade edilmeyecek, dereceye girsin ya da girmesin gönderilen tüm eserlerin kullanım hakları Van Yazarlar ve Şairler Derneği’ne ait olacaktır.
13- Van Yazarlar ve Şairler Derneği’nin, ödüle katılım koşullarında değişiklik yapma hakkı saklıdır.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...



Counters
Free Web Counter