Cumartesi, Aralık 28

*'Yoruldum dünyayı tanımaktan'



Eskidikçe güzel değil sadece bazı şeyler, bazı şeyler yeniyken de güzel... O an o haliyle gördüğünde olduğu gibi... Zaman geçtikçe kıymetleniyor daha da sadece... Geçip gidecek korkusu, eskiden anılarımızla dolu evler gibi yıkılıp gidecekse ya bir gün sancısı...

Durmak istiyorum, yaşım daha ne ki ama ben zamanı durdurmak istiyorum... Sanki azalıyor herşey, bi'an bitecek sanıyorum, hepsi, tüm kıymetlilerim, anılarımızı da toplayıp gidecek sanıyorum. Ödüm kopuyor...

Çokluğunu kaybeden insanlar gibi. Fotoğraf çekiyorum fırsat buldukça, zamanı kağıtlara sığdırmaya çabalamam bundan biraz, sanki elimde avucumda sadece onlar kalacak... Çok üzülüyorum mesela, daha çok çocuktum ve hep oynadığımız babaannemlerin bahçesinin doğru dürüst fotoğrafı yok... Yıkılan o evde kaldı gibi geliyor geçirdiğimiz zamanlar... Aklımda kalan birkaç kare sadece, düştüğüm iki basamaklı merdiven, mavi kareli pencereler kurban bayramlarında ardından baktığımız, yeşil eriklerimin anası, dedemin gülleri, tavuklaştıklarında üzüldüğüm sayısını aklımda tutamadığım civcivler... Yasemin; babası limon satardı, Aylin; sonra fena bağırırdı... Mayalı hamur kokan parmaklar, şekerliği hep dolu olan dolap üst rafına yetişemediğim ve rengini hatırlayamadığım şimdi... Ah fotoğrafı olsaydı hepsinin...

İnsanlar bazen "amağğn" diyorlar "durmadan çekme bırak artık yemek yiyelim" mesela ya da "saçım başım düzgün değil", "abartma, insanlar bakıyor..." İnsanlar bazen nasıl da demir parmaklık kimimize, bi rahat bırakmıyorlar... Oysa çekmem lazım benim, saklamam lazım... Sanki bitecek gibi herşey tükenecek kalmayacak gibi. Bugün dokunduğumuz çoğu şeyin yokluğu içimi soğutuyor, kendi ciğerlerimizi patlatasıya şişirdiğimiz balonlar gibi üzerine isimlerini yazdığımız insanlar, samimiyetçe fakir, nankörlükteyse kıdemli... Zaman sahteleştiriyor diye belki en çok, zaten en çok bundan durmak istediğim. Tanımak istemediğim daha fazlasını. Çünkü inanmak istiyorum eskiden var olan şeylerin varlığına hala... Yalancıktan yaşamak istemiyorum hayatı...

En çok çocukluğuna dönmek istiyor insan, şairin de dediği gibi 'dünyayı tanımaktan yoruldukça' hani yeni dünyayı... Sanki hiç kırılmamışız, sanki kimse bizi küstürmemiş gibi geliyor. Tamir gücümüzün kuvvetliliğinden değil elbet o zamanlar için bunları hissetmek, eminim ki vicdanın çok oluşundan...Herkeste çok oluşundan...

Anneannem gecenin bir yarısı sırtında taşısa yine, o köprüden geçsek... Elbiselerini yıkasam bebeklerimin, anneannem bugün anlatırken baktığı gibi baksa... Kendi çocuğu gibi, kardeşi gibi üzerine titreyen komşularımız olsa riyasız, hesapsız kitapsız. Özlemesem dizlerimin kabuklarını kaldırdığım zamanları, dizlerim kanasa yine, yine düşsem, avuç içlerim diz kapaklarım çatlasa. İyileşirkenki kaşıntısını duysam. Geçer sakın oynama, oynama ki iyileşsin" dese annem. (Yoksa artık hiç iyileşmiyor mu insan?)
Babam elinde hep çikolatalarla gelse, annem izin vermese "yemekten önce yemek yok" dese. Boyama kitaplarıma sarılsam, Bosna Parkı vardı dedem bizi elimizden tutup götürse, o küçüklükte kaybolmamızdan korksalar ya yine. Elimizi hiç bırakmasalar... Kardeşim sinirlenip çatal fırlatsa, ben karşılığında parmağını sıkıştırdığım halde oturup onunla ağlasam... Kıyamama halinde kalsak... Haşlanmış yumurtayla beyaz peynir ve tereyağı karışımı yapıp yedirirmiş annem hatırlamıyorum tadını, yapsa yedirse yine... Salıncaklar, gökyüzü kucağı, uçsam yine... Hayat Bilgisi kitaplarındaki gibi yaşadığımız mevsimler, bahar temizlikleri, kış hazırlıkları... Bayram öncesi sınıf süslemeleri, sıra arkadaşımın beslenme çantası, mavi önlüklerim, beyaz dantel yakalarım. Başımı döndürse zaman, başımızı yastığa koyar koymaz uyusak yorgunluktan mutluluktan...
Zaman unutturmasa kıymetlilerimizi, kendimizi, nerde olduğumuzu... Çok üşümesek...

Ağır gelir bana bugünün vakitsizlikleri. İnsan istiyor tıpkı o günkü gibi beraber güldüklerimiz ağladığımızda da omuz oluverse, ne var bunda demeden, geçer demeden, normal-leştirmeden, yaşasa benimle... Çünkü insan bazen en çok yalnız ağlamaktan yoruluyor...

Tüm sevdiklerimi kucaklayıp gitmek istiyorum, saklanmak... Çiğdem topladığımız tepeler nasıl...
Anneannem bana o günkü gibi baksa yine...

Ayşe.

Çocukluklarımız, yaşadıklarımız bambaşka olsa da, özlediklerimiz hep aynı. Özlemek, büyüklerin en iyi bildiği şey. Büyümeyi isteyerek çocukluğumuzu, çocukluğumuzu özleyerek büyüklüğümüzü geçiriyoruz.

Bu yüzden, çocukluğumuz eksik, bu yüzden yeterince büyük değiliz hiçbir zaman.

Adını koymasak keşke, rakamlarla ifade etmesek ne kadar yaşadığımızı...

Ve her anın, yeterince çocuk ya da yeterince yetişkin olmak için eşit fırsat sunduğunu bilsek.

Hayat güzeldir. Biliyorsun Ayşe.

~ Cihat Albayrak.



* ismet özel'den bir mısra




Cuma, Kasım 15

Müjdeli Şarkı








Bir otomobilin içinde iki aile Ankara yolcusuyduk. Biri benden bir yaş küçük, diğeri 4 yaş büyük kuzenlerimle beraber arka tarafta ön koltukların kafasına başımızı koymuş akıp giden yolu izliyorduk heyecanla. Ankara demek o zamanlar bizim için gezmek demekti elbet, her ne için gidilirse gidilsin. (ki o vakit ne sebeple yolumuz düşmüştü şu an hatırlamıyorum :) ) 

Sanki kendi memleketimizde yokmuş gibi indiğimizde karşılaşacağımız oyuncakların hayalini kurardık. Üzerimizde el örgüsü kazaklar. Saçlar küt kesilmiş, o sıralar radyolarda şarkıları pek bir popüler olan Bendeniz saçı. Küt demeyelim biz ona, mantar diyelim daha doğru olur. Kuaföre gidince dakikalarca uzayıp gitmezdi bu sebeple ne tip kesim yapılmasını istediğimiz. O dönemler Bendeniz saçı istiyorum demek yeterdi. Sokakta gördüğünüz her 10 kız çocuğundan abartısız 7'si mantar bi kafayla dolaşırdı. (: Hatta evveli saçımız uzunduysa eğer, arkadan bir de o boyda kuyruk bırakılırdı. Annesi saçını boyatırken o kuyruğu boyatanlar bile vardı.



Ankara! Sanki dünyanın merkeziydi bizim için o yaşlarda, ne istersek bulabileceğimiz, ne dilersek karşımıza çıkabilecek harikalar diyarı gibi. Şu an ne durumda bilmiyorum ama o zamanlar envai çeşit ürün yelpazesi olan Maltepe Pazarı her gidişimizde uğrak yeriydi. Annelerimiz, babalarımızın cam-cıncık diye adlandırdığı züccaciye bölümlerinden ayrılmazken bizim gözümüz hep önü oyuncaklarla dolu olan yerlerde olurdu. Görsek mutlu olurduk, alsak deli olurduk tabirine uygun oyuncakların önüne bıraksalar bizi, pazar kapanana kadar ordan ayrılmazdık eminim. Dileğimize kavuştuktan sonra fazlasıyla yürütülmüş ve isteğimiz dahilinde olmayan kısımlarda çokça yorulmuş ayaklarımızı hemen yanında bulunan parkta dinlendirirdik. 

Gelip geçen arabalarda zamanın dj'leri bayıla bayıla dinleyip ezberlediğimiz şarkıları anons ederdi. Kaydıraktan kaydıktan sonra bulandığımız tozu silkelerken dilimize dolanırdı muhakkak o şarkılar. Çığlık çığlığa söylerdik.

Kurmalı bir fayton var şimdi çocukluğumun odasında, atlarının yeleleri pembe, mavi, mor. Üzerinde taşıdığı prensesin saçları her ne kadar süpürgeye dönse de kırılmadan özenle oynanmış, oynatılmış bir köşede o günlerin zaman treni gibi bekliyor. Cinyler, barbiler de yanına eş.

Buraları nerden anımsadı hafızan diye soruyorsan b(i)log; şu an da tıpkı, o yolculukta radyodan yükselen sese bağıra bağıra katıldığımız gibi Kübra'yla, yazarken eşlik ediyorum 19 yıl sonrası aynı sese... Bendeniz mantar kesim saçlarıyla söylüyor: "Hadi geeeeel müjdeler veeeeeer!"

Perşembe, Ekim 24

Türkiye Dergi Günleri Başladı!






Hayal Bilgisi Edebiyat Dergisi, 4. Türkiye Dergi Fuarı'nda Şiir Vakti Standında!

Yolu Hayal Bilgisi'nden geçen herkesi, fuarda Şiir Vakti standına, Hayal Bilgisi'ni ziyarete bekliyoruz. (:

Cumartesi, Ekim 5

"Bütün hikayeler trenle başlar, bilmiyor musun?"


Bol güneşli evler gelir gözümün önüne, beklentide aç gözlü olmayan şükürle güne başlayan insanlar gelir. Perdeler açılır bir bir. Babalar işine, çocuklar okuluna uğurlanır. Huzura bağdaş kurar gibi doğar güneş şehre... Fırınlardan sıcak ekmek kokusu yükselir. Çay kaşıklarının şıkırtısı dolaşır kahvaltı sofralarında, o zamanlar insanlar çayı hep şekerli içiyor tabii, sonra haşlanmış yumurta, beyaz peynir, anne reçeli... Kapılar açılınca karşılaşılan komşuyla sohbet uzar. Günaydınlar büyütür o zaman mahallelerin sakinleri, yüzü bol tebessümlü. Bir de ot süpürgeler... Toz kalkmasın diye su serpilir bahçelere önce. Pencereler açılır gökyüzüne kadar. İnsanlar içtenlikle gülümser o zamanlar. Hayat geldiği gibidir, öyle güzeldir, öyle ortanca. Hani kimsenin kimseden yoktur çok daha fazlası. Okudukça içi açılıyor insanın. Uzun upuzun bir hikaye olsun istiyorum, bitmesin diye diye okuyorum. Bitmiyor son sayfadan sonra bile. Geçenlerde filmini gördüm, doyamadım ona da.


Uzun Hikaye'den bahsediyorum, Mustafa Kutlu'nun bana hikayeler iyi ki var dedirttiği kitaptan, bitmeyen hikayelerin ustasından. Bitmeyen çünkü devam ediyor etkisi, insanı insana götürüyor. Kış günü bir bardak sıcacık çay gibi. Hikayeler diyordum iyi ki var.




Bulgar göçmeni Ali'nin; gençliğinde Münire'yi kaçıran Ali'nin hikayesi anlatılan. 'Bütün hikayeler trende başlar' diyor ya kitapta, 'vagondan ev'in sayıklamasıyla açılıyor sayfa. Ali'nin oğlu Mustafa'nın dilinden, babasının hiç yüksünmeden tekrar tekrar anlattığı hikayeye yaslıyorum başımı. Masal dinler gibi; öyle ki vagondan evlerini bu tabirle hatırlıyor Mustafa.
"Ne zaman annem aklıma düşse, o vagondan evi hatırlıyorum. Sisler arasında beliren bir masal gemisi gibi."


Ve hikayeleştirmeye hayran kalıyorum, başlarken dile getirdiklerimi yaşatıyor bana yeniden...

"Küçük istasyon binasının arkasında, battal bir hatta çekilmiş, eski bir vagonda kalıyorduk. Vagondan ev. Babam erkenden işe giderdi. Ben uyandığımda yoktu yani. Annem o sırada dışarıda olurdu. Tavuklara yem veriyor tabi. Kızardım ona. Beni bekle, beni uyandır, birlikte yem verelim diye. Dışarıda yakıcı bir güneş vardı. Yazın güneş, kışın kar. Doğuda bir yerlerde olmalıydık. Annem vagon evin önüne bir bahçe kurmuştu. Vagonun çatısına çekilmiş iplere dolaşık ebruli, mavi kahkaha çiçekleri, cennet süpürgeleri, gece safaları, kadifeler, hatta teneke kutulara dikilmiş iki de karanfil vardı.Havalar serinleyince karanfilleri içeri alırdık. Vagon evin ırmağa bakan yüzüne bir pencere açılmıştı. Karanfilleri onun önüne koyardık. Sabah uyandığımda, pencereden sızan güneş gözlerimi kamaştırır; ortalığı bir karanfil kokusu kaplardı.Tavuklar için küçük bir tahta kümes, bir de fino köpeğimiz vardı.Annem tulumbadan su çeker, elimi yüzümü yıkardı. Sonra vagonun gölgesine çekilip fasulye ayıklardı. Ben oralarda oynar, kargalara taş atardım. Öğleye doğru posta katarı geçer; onun ardısıra bir marşandiz yarışmaktan yorgun düşer, annemin dizine başımı koyar ve o saatlerde uyumuş olurdum. Zihnimde kalan gökyüzü, bulutlar ve annemin berrak mavi gözleri. Akşam ezanının önü sıra babam elinde bir zembil, ekmek, sebze bana mutlaka bir kağıtlı veya kırmızı beyaz halkalı şeker ile çıkagelirdi."
Kışın sobası tüten bir evde yaşardık, zaman çocukluğumun 5. kışı. Hayal meyal hatırlıyorum; ısınmak için sobaya kendimi yapıştırdığım zamanlardı. Balkona asılmış yıkanan kazaklar ayakta dururdu içeri alındıklarında! Annem kırılır derdi, oynama! Yün kırılması! (: Birer arkadaş gibi oturan kazaklar sobanın sıcak ilgisine dayanamazlardı lakin kısa süre içinde bırakırlardı kendilerini koltuklara... Kazakların kaskatı olduğunu en son o zaman gördüm. Pazarları banyo günüydü hep. Annem kardeşimle beni sobanın yanına getirdiği bir leğende yıkardı. Maviydi rengi, unutmamışım. Beni bugünlere götürüyordu Mustafa'nın anlattıkları, zira, "Annem beni leğende yıkardı. Yaz kış demeden tulumbadan su çeker, moraran parmakları ile çamaşır çitiler; her bir yanı tertemiz, gül gibi yapardı." diyordu.





Ve aşk. İlla ki yazdırır adını her hikayede ya, Uzun Hikaye'de daha da başkaydı. Sevgiyi, aşkı, saygıyı, emeği, evliliği en doğru telaffuzda okuyor insan.

Babam onu hiçbir işinde yalnız komaz, kendi gömleğini, pantolonunu ütüler, yemek bile yapardı. Birlikte erişte keser, hatta reçel kaynatırlardı.
Annemle babamın birbirlerine duyduğu aşk, gün geçtikçe azalacağına artmış, bütün o yolculukları sürgünleri, çaresizliği birlikte göğüslemişlerdi.




Evilik ki hafifletmektir eşinin yükünü, paylaşmaktır günü, hüznü, sevinci, bir bardak çaya kadar... Bir dilim ekmeği bile bölüşebilmektir, birlikte geçirilen zamanları artırmaktır evlilik, evlilik anlamaktır. Ve yerine kimseyi koyamamaktır...


Filmde en vurucu sahnelerden biri gelir dile, Münire'nin üzerinde hala aynı palto, ayağında aynı ayakkabı. Bir akşam Ali'si görür Münire ne kadar gizlemeye çalışsa da, ucu açılan ayakkabılarını kim bilir kaçıncı kez yapıştırmaya çalıştığını.

'Ayakkabılar eskir be Ali’m, her şey eskir. 
Bak sen hâlâ sevdiğim adamsın, sen eskime.'

Öyle güzel anlatıyordu ki kitap sevginin ne olduğunu, nasıl olduğunu... Gidenin ardından onun emanetini koruyabilmeyi, evet "yerine kimseyi koyamamayı" öyle güzel anlatıyordu ki...



Anneme olan bitimsiz aşkının ömür boyu sürdüğünü, onun bıraktığı boşluğu bir başkasının asla dolduramayacağını adım gibi biliyordum. Evlilik cüzdanından çıkardığı resmini büyütmüş, duvara asmıştı. Bilhassa sabahları işe gitmek için evden çıkarken fotoğrafa birkaç kez bakmadan edemezdi. Görenler sanır ki bu bakışma onu üzer, içini gam-kasavet basardı. Hayır. Tam tersi. İçi açılır, yüzüne aydınlık vurur, bir ıslık tutturarak kapıdan çıkardı.
Annem sanki babamın içinde şarkı söylüyordu.

Ve kitaplar hayatımızın orta yerinde duran, hikayeleri içimizden geçen, hayal perdelerinin ardı kitapçılar... Çoğu insanın vardır böyle bir hayali. Derdi dünya olmayan, huzurun nerde olduğunu bilen, hayatı mütevazi bir çerçeveye asan insanların, kimine göre basit ama içinde en esaslı hikayeleri saklayan insanların vardır hep dünyasında bir kitapçısı. Tıpkı Ali ve Mustafa'nın 'Küçük Kitapçı'sı gibi... Çayınızı almalı oturmalısınız kitapta bu sayfaların başına, o kitapçının özene bezene açılışını, hazırlığını, etraftaki esnafın, kasabanın samimi sakinlerinin el vermesiyle şirin mi şirin kitap kokulu o kitapçıya gitmelisiniz gözlerinizi kapatıp...





Sonra hikayenin en özenli misafirleri; Münire'nin Ali'sinden en kıymetli mütevazi isteği: Saka kuşu ve küpe çiçeği! Yol boyu yadigarları... Ufacık şeyler hayatı anlamlı kılar, saksıdaki fesleğendir kimisine bu, kimine saka kuşu, kimine bir mendil yılların sandık kokusunu taşıyan... Eşyalar bazen daha fazladır çoğu şeyden...




Bir de tabelacı Osman var; Kara Turan'ı da bir sanatkar yapan, lokanta, kahve duvarlarına; yazıhanelere, istendiğinde alçı ev duvarlarına manzara resimleri yapan halk ressamı. Resimler ki, dikkatli gözlerin bakışında doğar anlamı. 
Turna katarları gurbetteki sevgiliye selam götürüyor. Karlı dağlar aradaki engeldir. Bacasında dumanlar yükselen beyaz badanalı kırmızı kiremitli kulübe kartpostal duyarlılığının mutluluk simgesidir. Köprü sevgilileri kavuşturur; iri gövdeli, serin gölgeli ağaçlar güvenliği temsil eder.


 Aşk içinde aşk. Münire'yi kaçıran Ali'nin oğlu da çekecektir tabi babasına. "Sen babanın oğlusun!" diyeceklerdir ve uzun bir hikaye daha doğacaktır bundan. 





Mızıkanın nağmeleri otel penceresinden sızıp kasabanın dumanı tüten kırmızı kiremitli damlarına doğru yayılmaya başladı. Nereye kadar gider bu ses, kime ulaşır?




Ve güzel hikayeler insanı bulur, sesini illa ki duyururdu. Mevsim ne olursa olsun içini hep sıcacık tutardı insanın. Uzun Hikaye gibi... O ki başka hikayelerin kapısını açarak kapatıyordu kapağını...

Önce Mustafa Kutlu'nun kalemine o mütevazi insan yüreğine, sonrasındaysa bizi bu enfes hikayenin gözlere şenlik haliyle buluşturan yapımcı ve yönetmen Osman Sınav'a, senaryoya çeviren Yiğit Güralp'e ve oyunculuklarıyla hikayeyi en güzel şekilde yansıtan değerli oyuncuları, Kenan İmirzalıoğlu, Tuğçe Kazaz, Altan Erkekli, Mustafa Üstündağ, Batuhan Karacakaya, Zafer Algöz, Cihat Tamer, Mahir Günşıray, Kürşat Alnıaçık, Şener Kökkaya, Osman Alkaş, Cengiz Bozkurt, Mustafa Üstündağ, Erkan Avcı, İsmail Hakkı Ürün, Bora Koçak, Ferdi Kurtuldu, Ufuk Karaali, Ushan Çakır, Damla Sönmez, Taner Ölmez, Elif Atakan, Buğra Bahadırlı, Başak Kasacı, Taha Yahya Tan, Fatima Betül Cordal'a teşekkürlerimizle...

Ve en önemlisi bu kitapla beni tanıştıran canım kardeşime, Yunus'a... kocaman teşekkürleeeer! (:

Mustafa Kutlu Kimdir?


1947'de Erzincan'da doğdu. Erzincan Lisesi'ni (1963), Erzurum Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi (1968).

Tunceli ve İstanbul'da edebiyat öğretmenliği yaptı.Öğretmenlikten ayrılarak (1974) Dergâh Yayınları'nda idareci olarak çalışmaya başladı.

Hareket ve Dergâh dergileriyle, Türk Dili EdebiyatıAnsiklopedisi'nin yayın faaliyetlerini yürüttü.

Senaryolar yazdı. Televizyonda sohbet programları yaptı.



Mustafa Kutlu Eserleri

Hikaye




Ortadaki Adam (1970)

Gönül İşi (1974)
Yokuşa Akan Sular (1979)
Yoksulluk İçimizde (1981)
Ya Tahammül Ya Sefer (1983)
Bu Böyledir (1987)
Sır (1990)
Arkakapak Yazıları (1995)
Hüzün ve Tesadüf (1995)
Uzun Hikaye (2000)
Beyhude Ömrüm (2001)
Mavi Kuş (2002)
Tufandan Önce (2003)
Rüzgarlı Pazar (2004)
Chef (2005)
Menekşeli Mektup (2006)
Kapıları Açmak (2007)
Huzursuz Bacak (2008)
Tahir Sami Bey'in Özel Hayatı (2009)
Zafer yahut Hiç (2010)
Hayat Güzeldir (2011)
Anadolu Yakası (2012)










Deneme

Şehir Mektupları (1995)
Akasya ve Mandolin (1999)
Yoksulluk Kitabı (2004)



İnceleme


Sait Faik'in Hikaye Dünyası (1968)
Sabahattin Ali (1972)

Ah Bu Gönül Şarkıları...




gitmeden dinlenir...

Ayşe Ünsal

Cumartesi, Eylül 14

Hayal Bilgisi 10 Okurlarının Karşısında!


Hayal Bilgisi 10. sayısıyla okurlarının karşısında!

Hayal Bilgisi'nde bu sayıda da zaman var, dünyanın penceresinden bakıyoruz hep birlikte... Biraz çocuk, biraz büyük, çokça anlamış... Yine de umutlu...

Mısır ve Suriye’de kan akıyor. Bizim, aklımız ermiyor zalimlerin oyunlarına. Ama yüreğimiz sessiz kalmadı. Şiirler yazdık. Masum insanlar hayatlarını kaybediyorken, yalnızca yazarak onların yanında olmak, çok ağır.

Kitaplara dair çok şey var bu sayımızda ve genç kalemlerden ilk yazılar. Kapısı herkese açık bir dergi Hayal Bilgisi. Ve bir iyilik projesi, ilk gününden beri...

38 bambaşka ve rengarenk kalemimiz var bu sayıda da. Yunus'un kapak tasarımı, Emre'nin kitap önerileri, ilk sayımızdan bu yana sayfalarımızda yer alan pek çok dostumuzun ısrarlı beklentileri neticesinde.
Bu heyecan, tam 3 yıldır hiç azalmadan devam ediyor. Daha nice sayılara... Bir'likte! (; Teşekkürlerimizle...
Ulaşmak ve dergiyi edinmek için; burdan, Hayal Bilgisi sayfasından ya da ayse-cihat@hotmail.com adresinden bize yazın. ;)

www.edebiyatdergisi.org
ayse-cihat@hotmail.com


Bu sayının okur buluşmaları kimlerle mi?

Cihat Albayrak, Emre Gürkan Kanmaz, Selin Gamze Aşkin, Müştehir Karakaya, Adige Batur, Emre Küçükoğlu, Mavi Esra Pak, Ayşe Ünsal, S İclal Tiryaki, İbrahim Sarp Baysu, Abdulkadir Üstündağ, Cahit Tan, Gülşen Çağan, İnci Erkan Taş, Zelal Akgün, Mehmet Türkmen, Pınar Doğu, Rukiye Bayır, Emine Koseoglu, Şen Çakır, Yelda Karataş, Yaşar Bedri, Yasin Börekoğlu, Yasin Altunbay, Kemal Acar, Lütfi Demir, Hızır İrfan Önder, Benjamin A.E., Yunus Ünsal, Ebru M. Kayır, Emrah Adaklı, Atilla Yaşrin, Semrin Şahin, Özge Öndüç, Meltem Dağcı, Aziz Küçük, Burcu Türkmen, Fatma Tanrıkulu, Umut Talha Sevgi

Salı, Eylül 10

Bugün senin doğum günün olsun! Huzur Koleksiyoncusu (:


Limon ağacımızın yanındayım. Üzerinde 5 tane limonuyla güneşe bakıyor. Ara sıra suyunu vermeyi unutsam da hiç küsmedi bana, sararıp solmadı, asmadı yüzünü. Güneş odamıza sığmaya çalışıyor. Güneşin bu hallerine bayılıyorum... Çocukların sesi geliyor dışardan; şanslıyız bu yüzden çocukluğumuzun ruhunu taşıdığı için sokaklar... Çimleri biçiyorlar, kokusu açık pencereden izinsiz giriveriyor... Sevdiğim kokular, sevdiğim sesler, huzurlu bir köşe ve elimde çocukluğumda babamın eve dönüşlerinde getirdiği çikolatalar gibi sevindiren bir kitap; geldiğinde.

"Doğum günün ne zaman?" diye soruyorum. Biz onunla çok sık konuşuruz aslında lakin kimse bilmez...

Geçen yıl bu zamanlardı. İçimizde birikenler, okunanlar, hasret, uzayan, durmadan uzayan hiç bitmeyecek sandığımız yollar, bir sabah telefonun diğer ucundan kulağıma dolmaya başladılar. Öyle birdenbire, zamansız... Çatlamış toprağa su verir gibi... Bu yüzden kulağıma her gün dolan sesin sahibi, sevgili eşim, "hazırlıksız konuşmadır şiirlerim." diyordu. Okunan kitaplar, her gece arka sayfalarında doğan şiirleri ağırlıyordu, öyle heyecanlı, mutlu, hasreti ucundan kıyısından unutturacak bir nedene bağlar gibi bizi tıpkı. Gün ağarırken telefonum çalar, üzerine doğan güne hangi şiir yazıldı diye heyecanla dinlerdim eşimin sesinden şiirini.. Şiirimizi aslında, çünkü iki kişilikti ne yazsak, ne yaşasak... Bir somunu ikiye bölmek gibiydi her şiir bu yüzden. Anlatamadıklarımı dinler gibi... Diğer yarım diyorum ya ona boşuna değil. 2 ay boyunca her sabah doğan yepyeni taptaze dizeleri sordum Cihat'a, ben sordukça mutlu, o okudukça heyecanlı... Her zorluğun bir mükafatı vardır ya, askerliğin, ayrı geçen günlerin hediyesiydi bize şimdi elimde tuttuğum 'Huzur Koleksiyoncusu.' Birbirimize yazdığımız onlarca defterin yanında, bambaşka bir anlam!

Eve dönüşümüzün cam kenarı yolculuğunda altını çizerek okumaya başladım dinlediğim şiirleri... Sonrasında şimdi elimde tuttuğum haliyle buluştum, her seferinde ilk günkü gibi...

Şiir bir ihtiyaçtır bana göre, bir an gelir birkaç dize ararsın haline şifa, konuşmadan anlatmaktır kendini, altını çiziğin satırlar. Bu yüzden Huzur Koleksiyoncusu'nda altı çizilmemiş satıra rastlamak zor... Ve konuşulmamış sayfaya da... "Karşılıklı konuşmadır biraz da şiirlerin" diyorum bu yüzden Cihat'a.



Kitabımıza bakıyorum ve diyorum ki seni anlatmalıyım, söylediklerinden bahsetmeliyim herkese... Yazı gördün, baharı önce... Şimdi güze dokunacak parmakların... Demleneceksin mevsimlerle...Yüzün hep aydınlık olacak, içinde hep bir çocuk... Sonra evet kuşların telaşı, karıncaların inşaatı, papatya terbiyecisi, gece güneşi, daktilo sayıklaması, hüzün tamircisi, şükür çiçeği... Sen Huzur Koleksiyoncusu olduğun kadar saydıklarımızsın da ve seni tanıyanların içine doğanlar olacaksın...

Hadi söz senin şimdi anlat içinden geçenleri... Konuşmalarımızı da anlat biraz...

"barış küçüğündür
savaş büyüğün
budur sofra adabı yer yüzünün."
...
 "nedir ki bildiklerimiz    
  bir çınar karşısında..."   
 Ağaçlar da acı çeker mi gördükleri karşısında? Yılar mı, yıkılır mı? "Bu kadarı yeter” diye köklerini toplamak ister mi topraktan… Ağaçlar dayanamayacağından fazlasını gördüğü için mi kurur bi gün? Merak etmişimdir hep… 

"fazla kalemin var mı dünya
sana şiir yazacağım" 
"söyleyin
 kim öğretti beni ayrılığa"


" bir yara bandıydı anne sesi..." 
Anne... Ne kadar da fazla her şeyden...
"çocuktuk, bant yapıştırır sanırdık
vakitsiz yağan yağmuru bile gökyüzüne..."
Çocuktuk! Gerçek bu! Gitmeliyiz bir sabah uyandığımızda çocukluğumuza...


"özgürlük, babanın hayatta olması
komşunun çocuğuna bisiklet alınmış
ve annesinin topuklu ayakkabılarında ayşe
yirmi yıl sonrasına bir şarkı yazmış
risk diyor insanlar, hangi insan alır
bir kuşun kendini ilk kez
boşluğa bırakırken aldığı riski"

"bahar battaniyesidir çocukların
mandalla tutturur anneler anılarını 
ikindi güven veren bir türkü
ıslık, sokakların ulusal marşı..."
"avucumun içinde, bir kuş hediye ettim erik ağacına..."
Bir ağaç en çok neye mutlu olur sahi? Bir kuş, yağmur, güneş, gece? En çok neye?
"çay ocağıdır kış mevsimi..."
Kışa uzaktan bakmak hep içini ısıtır insanın...

"kaç adımda varılır insanın yalnızlığına"
Bazen en kısa mesafedir yalnızlığımız, birdenbiredir, zamansız...
" 'istiklal şiirdedir' diyorum
şiir, vicdan dediğimiz yerde"
Bana biraz şiir oku...
"bisikletimn terkisine balzac oturur her yaz"
Dersin sen. Huzurlu, küçük, şirin ve mevsim yaz ama bahardan kalma... çiçekli yol, deniz kenarı, kuşlar... Bir mısradan bir tablo doğar.

"bana müsade allah'ım
kenarlarına taşımadan boyamalıyım şimdi baharı"

Ben bu satırları kuşlarla okuyorum. Ezan okunuyor. Ve Cihat, "yerdeki ekmek kırıntılarını temizliyor kuşlar" diyor. Fotoğraflarını çekeceğiz poz vermiyorlar. İçlerinden biri enfes bir ıslık çalıyor kuşların. Belli ki çok mutlu bugün, 'hayat güzel' diyor. Ben bu satırları Çorum'da parkta okuyorken; kuşlar, ağaçlar, insanlar huzur içindeler...

"leke tutmayan bir kumaştır çocukluk" 
"toprak yetim bir çocukhakkını veren yok" 
"yalnızca iki ayağımın sığabileceği bir deniz hayal ediyorum
... 
bana dokunuyor daha fazla dünya" 
Yetmeli insana bu kadarı. İnsan 'fazla'nın arsızı olmadan yaşamalı... Mutluluk 'az'dadır ya zaten düşünüldüğünde... Ki dememiş misin yine sen:
"nasıl büyüktür ikiodabirsalon ev
içinde huzur varsa"
diye... 


Huzur diyorum başımızdan eksik olmasın...
Okundukça çoğalıyorsun..

Sen okundukça beslenip büyüyen bir bebek, bizim ilk göz ağrımız, sayıklamalarımız uykuların bölündüğü yerde, hasretlerimiz, sevdamız, bölüştüğümüz ekmeğimiz, sen yaşadığımız hayatsın, kışları her sabah penceremizin önünde bekleşen kuşların tanığı, mevsimlerin rehberi, deliliğimiz, leke tutmayan çocukluğumuzsun, bitmeyecek bir şiirsin sen söylenen rüzgara. İçimizde ne varsa söylediklerimiz sendedir...

Sende ne çok ben var, bendeyse her şey sen...
Şimdi kutlayacak bir doğum günümüz daha var

İyi ki doğdun! Bugün senin doğum günün olsun!

Huzur Koleksiyoncusu...

Seninle ömürlük bir randevumuz var...

Huzur Koleksiyoncusu'nu burdan edinebilirsiniz ;)



Ayşe'n. (papatya terbiyecisi)
2. Nişan yıldönümümüze... (;

Perşembe, Eylül 5

Kaç Zil Kaldı Örtmenim? | Filiz Aygündüz



2012'nin Eylül ayıydı. Tanışmamızın mevsimi sonbahardı; kitabın baş kahramanının Diyarbakır'la tanıştığı mevsim... Eşimin askerliği süresince yolculuk yaptığımız kitaplardan biri oldu Filiz Aygündüz'ün 'Kaç Zil Kaldı Örtmenim?'i. Önce Cihat okudu kitabı. Telefon konuşmalarımızda dahi bahsi geçti, "mutlaka okumalısın, okuduğum en özel kitaplardan" diyordu Cihat. Acıtarak biten ve hakkında biter bitmez satır satır konuşturan öğretmenin hikayesinin kapısını aralamam hiç uzun sürmedi bu yüzden.

"Dağlı gözüyle, şehirli göğsüyle ısınırmış." diyerek Diyarbakır'a görür görmez ısındığını anlatırken yazar ilk cümlesiyle, ısınıverdim ben de artık dahil olduğum hikayeye... Bazı kitaplar vardır, sizi anlattıklarıyla çok uzaklara götürmezler, alıp kendinize getirirler sizi, size sizden bi'şeyler anlatırlar, içinizi okur gibi tıpkı... Bakışından belliydi dersiniz ya, öyle işte...

 1995 senesinde Diyarbakır'ın Silvan ilçesine tayini çıkan 23 yaşında bir öğretmenin hikayesi bu. Yeni bir hayata başlıyor genç öğretmen kitabın arka kapağında dediği gibi, "İstanbul'daki güvenli evinde, televizyon haberlerinde seyrettiği "uzaktaki köy"de." Otuz iki minik ve bir büyük 'aşk'ın rehberliğinde... Caydırmaya çalışanı çok oluyor, lakin Diyarbakır "gel" diyor ona sebebini sonradan anlayacağı biçimde ısrarlı... Uzaktaki şehre gittiğinde duyduğu ilk Kürtçe sözcükten tıpkı 'were' (gel)!

Yıllardır burnumuzun dibinde duran bir gerçek vardı... Yıllardır; kendimizi bildik bileli aslında; sökülmüştü de dikilmesi için alfabe gerekiyordu sanki. Ve bir başka dil... Filiz Aygündüz'ün kendi hayatından esinlenerek kaleme aldığı kitapta değindiği pek çok hassas konu var. Bunların başında kuşkusuz Diyarbakır'a geldiği daha ilk gün karşılaştığı yabancılık hissi yalnızlığı doğuran, "ne yani burada insanlar anlamadığım bir dilden mi konuşuyor?" çıkarken dudaklarından. Tüm politik gerilimlerden uzakta büyüyen, Doğu ile ilgili bildikleri öncelikli olarak terör algısı üzerinden oluşan her insanın yaşayacağı türden bir yabancılık yaşadığı... Lakin zamanla, tanıdıkça, yaşadıkça önyargıları sıyrılıveriyor yavaş yavaş üzerinden. Belki daha önce hiç böylesi yakından görmediği samimiyetle ve masumiyetle karşılaşıyor minik öğrencilerinin gözlerinde. Makyajsız bir dünyayla tanışıyor; içi dışı bir.

Kitap ilerliyor, kitabın üzerine eşimle karşılıklı aldığımız notlar ayaklarımı yeniden zamanın sokaklarında dolaştırıyor, sonra o sınıfta, o öğrencilerin heyecanlı ve bir o kadar medet uman bakışlarında... Burnumda tebeşir kokusu...

 
Altını çizdiğimiz öyle çok satır var ki... Aralarından zoraki seçerek ilerlemek istiyorum; çalan zille beraber:
 "Gözünüz aydın, öğretmeniniz geldi." diyor okul müdürü öğrencilerini yeni öğretmenleriyle tanıştırırken. "İyiden iyiye coştular bunu duyunca. Elimi öpenler, zıplayıp zıplayıp sarılmaya çalışanlar; kollarını boynuma dolayanlar... Derse ne zaman başlayacağımı soruyorlar. En fenası koca koca gözleriyle gözümün içine bakıyorlar heyecanlı, ama sanki medet umar gibi. O an kalmaya karar verdim. İstanbul'da beni böylesine bekleyen kimsenin olmadığını düşündüm bir an... Çocukların gözlerinde gördüğümdü, gitmemem gerektiğine beni inandıran."

İçinizi ısıtıyor insan ilişkileri gittikçe, anlatılan onca acının, gösterilen onca yaranın arasında. Belki çocukluğunuzda yaşadığınız mahalleye götürüyor sizi, sokakta delice koşarken size göz kulak olan komşularınızı çağırıyor zihninize... 'Kaybolmuş bir kentin eskicisi gibi makineleşmeye karşı duyguları toplar buluyorsunuz kendinizi.'*


"Gülümsedi. Gencecik gülümsedi. Silvan'daki kadınların çoğu gibi, onun da yaşı gülümseyişinde saklıydı. Elleri ateşte, bedenleri hayatın içinde, zamanından erken yaşlanmıştı çoğunun. Gerçek yaşları ise güldüklerinde belli oluyordu ancak." 
İki dünya koyuyor kitap en başından karşınıza. Biri sadeleşmiş bir hayatın zor yükünü sırtlanmış, diğeri kolaylaştırılmış bir hayatın kibirli ve ağır çantasını... Gözünüz, gönlünüz kitaba kayıyor...


"Dokunsam ağlıyorlardı ve gülüyorlardı dokunsam... (...) Sabahları beni görünce mutlu olan otuz iki çocuk vardı. Gördüğümde mutlu olduğum. Başka hiçbir şeye benzemeyen. Öyle güzel seviyorlardı ki, huzur veriyordu yanlarında olmak... Sebebim oldular hiç bilmeden..."

Yeniden okuyorum altını çizdiğimiz satırları; ellerimi uzatıyorum sıcacık... Çocuklar diyorum, tıpkı resim defterlerine çizdikleri çiçekler kadar güzeller. Bir arkadaşımız dillendirdi, henüz 2 gün geçti üzerinden; "güllerin ateşten doğduğuna inandım hep"** dedi... Sahiden... Tıpkı onun inandığı gibiydi belki, gül gibi tüm çiçekler doğuyordu ateşten...

Sonra "biz de yapalım!" diye not aldığımız bir paragrafa dayanıyor gözlerim. Ahmet Arif'in şiirindeki gibi 'çayı kardan demleyen' Mehmet öğretmenle sohbet ilerliyor.

Bayramlar geliyor, sınıflar süsleniyor. Çocukların heyecanı çocukluğunuzun mutluluğuna dolaşıyor, beraberinde içinizi de sızlatarak. "Bayramları her çocuktan biraz daha fazla seviyorlardı belki. Onaylanmış mutluluk! Bugün sevinebilirsiniz, bugün bayram. Bu yasak değil!" Üzerine susuyor insan her seferinde 'burdan' 'oraya' bakarken...

“Öyle bir severek bakıyorlardı ki yüzüme; hasta yatan anneleri ya da ablaları gibi… Bu kadar karşılıksız sevilmedim hiç.” diyordu minik yüreklerin biricik örtmenleri… Emindim aynı yerde gözlerimizin nemlendiğine, belki hasretle… Şimdi bunları okurken diyorum, nasıl olmak istemez insan o öğretmenin yerinde ya da o çocukların… Zaman ve durduğumuz yer öyle çok alıkoyuyor ki bizi yüreğimizdekileri göstermekten… Ertelediklerimizi sırtımıza yük yaparak yaşıyoruz. Herkes hasret böylesi temiz ve karşılıksız sevilmeye lakin öylesine cimri sevgisini göstermeye… Hal bu olunca, daha da anlamlı insanın okuduklarından gördükleri. Kıt kanaat yollarda lakin geniş zamanlarda bir sevmek bu…


Kitap durup durup sizi bamtelinizden vuruyor nitekim. Her biri hissedilerek yazılmış onca cümle, sanıyorsunuz ki içinizden kopup gelmiş her biri. İnsanız benziyoruz birbirimize… Hayata uzaklaşmadan önceki halimizi izler gibi bazen, bazen gördüklerinden de ötede… Zamanı, anlayışları, ayrımları ters yüz etme çabası… Anlamak için susmak gerekiyor biraz, onca kavganın ortasında diyorsunuz keşke bir an herkes susabilseymiş. Ve anlamak için doğmak gerekiyormuş insan karşısındakinin doğduğu yerden…

İçinden geçtiğimiz cümlelerden bir demet yapıyorum şimdi, susarak anlatmak için…



“Sözlere hiç gerek yoktu. Uzun uzun anlatmaya çalışmalara da… Samimiyetin sözsüz dili Türkçeden de, Kürtçeden de daha anlaşılırdı…”
"Ev dediğinde aklına ne geliyor? Belli bir adres mi sadece? Bazen dışarıdan örülü duvarların içindeyken ev, bazen de içinde ördüğün olur. Sen istersen evi içinde de taşırsın."
"Bazı geçmişler, bazı lafları kaldıramaz, incinir..."
"Ayrılığın bir kokusu vardır. Metalik, sessiz ve soğuk… Her geçen gün daha da keskinleşen bir koku..."
“ “Örtmenim” dedi, “size bir şey diyecem. Bugün defterlere bakacaksınız ya… Kaplamamızı söylemiştiniz. Ben üçünü kaplayabildim. Elime para geçince kap kağıdı alıp öbürlerini de kaplayacağım…” Öylece kalakaldım. Sekiz yaşında bir kız çocuğu… “Elime para geçince…” Onun yaşında bir öğrencinin göstereceği mazeretler belliydi: Unuttum, babam kap almadı, yarın kaplayacağım vs… Emine’nin cümlesi kendi sorumluluğunu bizzat kendisinin taşıdığını gösteriyordu. Ailesi köyde yaşadığı için, dedesiyle kalıyor, her işini kendisi görüyordu. Defterlerinden yalnızca Emine sorumluydu. Ve biliyordum ki dediğini yapacak, kimseden bir şey beklemeksizin eline geçen ilk parayla defterlerini kaplayacaktı. Bana toka almaya kalkmasaydı bu işi halledebilirdi, ama o böylesini tercih etmişti…” ”
“Anneleri dünya tatlısı bir kadın: Gülan Teyze… Türkçeyi konuşurken zorlandığı için ara sıra kızlarından yardım isteyişi… Bulamadığı kelimede gözlerine yerleşen keder... Anlatamamak ne fena…”
"Farklı saflarda yer almış, sevdiklerini kaybetmiş iki sevgiliyi, iki kardeşi, iki babayı ya da hep söylenegeldiği gibi iki anneyi yan yana oturtup dinleseler, hangisinin biz’den, hangisinin onlar’dan olduğunu bilmeden… Sadece gözünün yaşına baksalar… Kimin kim olduğunu ayırt edebilirler mi? Ya da bunun bir önemi olur mu? Giden aynı yaşlarda, acı aynı büyüklükteyse… Tartılabilir mi?”
“O beni sevdikçe daha da hırçınlaşıyordum, benimki yetmeyecek endişesinin ezikliği içinde…”
“Bana söz verdi, bir gün çayı kardan demleyip içeceğiz.”

Toplamak zor bunca dağılmışken, yeniden... Sustuğumuzda söylenmiş daha çok şey var; kapıyı aralık bırakıyorum şimdi ben… Başında da dediğim gibi acıtarak bitiyor hikaye, gözü yaşlı ve her seferinde belki aynı kaderi yaşayıp duran çocuklarla, kırık dökük terkedilmiş koca bir aşkla satır satır konuşturup çokça susturuyor…  Öfkelendiriyor, "başka bir çaresi yok muydu, böyle bitmemeliydi" dedirtiyor...Anlatıyor, anlatıyor…

'Kaç zil kaldı örtmenim?' hikayesine sizi de çağırıyor…
* Hüseyin Eroğlu
** Gülşen Çağan






Dip Not: Bu kitapla tanışmam da büyük emeği olan ve bundan henüz haberi olacak sevgili blogdaş Seyhan'a teşekkürlerimle... (;





Ayrıca bu kitabı okuyan dostlarımıza  aynı konulu 'İki Dil Bir Bavul' adlı belgesel filmi de izlemelerini ısrarla tavsiye ediyorum.






Filiz Aygündüz Kimdir?

1971 yılında İstanbul’da doğdu. Mimar Sinan Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Matematik bölümü mezunu. Çeşitli liselerde matematik öğretmenliği yaparken, Topaz, Go, Cosmopolitan dergilerinde serbest muhabir olarak çalıştı.

1995 yılında Duygu Asena’nın çıkardığı kadın dergisi Kim ve kültür sanat dergisi Negatif’e yazmaya başladı. 1999 yılında öğretmenlikten istifa etti. Aynı yıl, Asena’nın dergileri kapandıktan sonra Milliyet Gazetesi kültür sanat servisinde ve Milliyet Sanat dergisinde muhabirlik yapmaya başladı.
2007 yılında Milliyet Gazetesi kültür-sanat servisi müdürü oldu.
Milliyet Sanat dergisinde muhabirlik, editörlük, yayın koordinatörlüğü görevlerinde bulunduktan sonra 2008’de derginin genel yayın yönetmenliğine getirildi.

Halen Milliyet Gazetesi kültür-sanat servisi müdürlüğünü, Milliyet Sanat dergisinin ve Milliyet Gazetesi'nin çıkardığı aylık kitap eki Milliyet Kitap’ın genel yayın yönetmenliğini yapıyor.

Hakkında Yazılanlar:

Perşembe, Ağustos 15




“Bir bardak su içsem şimdi, yaralarımdan dökülür.
demiş Cemal Süreya; ben yeni duydum...

Sessiz bir yaz gecesi, dingin, huzurlu...

Her yolculuk bir bardak su gibi şimdi...elim gitmiyor...

Çarşamba, Temmuz 31

Hayal Bilgisi 10. sayısına seni bekliyor! (:


Hayal Bilgisi Edebiyat Dergisi 10. sayısının hazırlıkları içerisinde!

Sayfalarına seni de bekliyoruz!

6 Ağustos'a kadar 10. sayıda yer almasını istediğin şiir, öykü, deneme, fotoğraf, çizim çalışmalarını, öneri ve fikirlerini ayse-cihat@hotmail.com adresine gönder. (:

Bekliyoruz! (:

Çarşamba, Haziran 12

Delireceğim de Vakit Bulamıyorum! | Mine Sota - Okuma Notları



Güneşli bir ikindi üzeri. Eşimin bilgisayarından odaya doluyor Imany 'in sesi 'you will never know' diyor. Huzur bir demliğin ıslığını duymak kadar yakın ya da eşinin nefesini hissetmek kadar ve bir şarkıyı birlikte mırıldandığını farketmek kadar birdenbire... 
 Olsa olsa yine böyle bir günde anlatırdım seni kitap! Kitaplar şarkı söylese mesela, bu kitap bas bas bağırarak 'hayat bayram olsa'yı söylerdi. Sabah uyandığınızda sizin yerinize perdeleri açıp güneşi içeri davet eder, çayı ocağa koyar, gidip bir koşu sıcak ekmek ve simit alır, dönerken çizgileri hafiften silinmiş seksek'in üzeriden zıplar, kuşlara ekmeğin burnundan kahvaltılık bırakıp uyanan mahallenin açılan pencerelerinden taze sabahlar toplardı. "Çok şükür bu sabaha da uyandım" dedirtip dünyaya çarşaf çarşaf serilmeye çalışılan tüm olumsuzluklara rağmen, başınızı kaldırıp umutla göz kırpmanıza sebep olabilecek bir kitaptan bahsediyorum. Hayat Güzeldir'in Türkçe dublajlı halinden. :) Yani 'Delireceğim de Vakit Bulamıyorum!'dan. :) Daha ismini duyar duymaz 'alıp bağrıma basmalıyım!' dediğim Mine Sota'nın son kitabından. Öncesinde bir ikisi hariç neredeyse tüm kitaplarını okuduğum bu kadının yazdıkları insana nasıl da iyi geliyor bildiğimden geciktirmedim edinmeyi; eşimin ve Ptt Kitap'ın desteğiyle. :)

Uğultusu giderek bollaşan bir dünya oluyor malum yaşam alanımız. Kaba taslak görüntülerle devriliyor günler,  birer ikişer; bugün güneşin kaçıncı doğuşu bilmeden, takvimler üzerinde yolunmayı bekleyen sayfalar biriktirirken, 'farkında olmadığımız kadar eğlenceli bir hayat vardı aslında bir de tersten bakayım' demeye itiyor. Hem de öyle sade ve mütevazi…  Her gün gördüğünüz insanlara yakından bakmaya çağırıyor sizi. Zira apartman hayatını, komşularınızı, dolmuşta gördüklerinizi, hastanede yaşadıklarınızı, sokaktaki çocukların oyunlarına kadar aslında en bilindik ve yaşanılan haliyle aktarırken "aaa vallahi aslında ben de tam onu diyordum" dedirtiveriyor tebessümle. Görmediklerinizi aslında gördüğünüzü gösteriyor da diyebilirim J

Bazı kitaplar vardır içinde oturup eski bir Türk filmi izliyormuşcasına ağlarsınız okurken,  bazıları da vardır böyle nerde olduğunuzu unutup kıkır kıkır kendi kendinize gülersiniz. Bu sebeple eğer aldırış ediyorsanız insanların size ’ay deli herhalde’ bakışları atmalarına, halka açık alanlarda okumamanızı tavsiye ederim.

Özellikle de okurken evimizin en güzide köşesinde sergilediğim kitap sizi zamanda yolculuğa da çıkartabiliyor misal, çocukluğunuz sıcacık.

Kitap Bahriye Teyze'nin bir zamanlar romatizmaya iyi geldiği söylenen şu iki ucu topuzlu bakır bileziğinden bahsederken ben, iki tarafındaki geniş pencerelerden güneşi bol bol içine alan odada anneannemin divanın üzerine kısa ayaklı tahta bir masanın üzerine kurduğu kahvaltıyı anımsıyorum; kolunda aynı bilezik, elinde mavi demliğin içinde haşlanan iki yumurta. 

Aşk'ı da içinden geçiren sayfalar 70'lerindeki bir teyzenin hissiyatından süzülüyor. “Ne güzel seviyordu kocasını. Demek aşk onsuz olamamaktı. Demek aşk yerine hiç kimseyi koyamamaktı. Demek aşk, ölmemesi karşılığında bacağının kırık olduğuna sevinip ağlamaktı.” Böylesi dupduru, karmaşıklığın coğrafyasından ayırıveriyor… Hani bu kadar basit sevgiyi tarif etmek, elle tutup, gözle görmek…

“Eski saman kağıdından mamul ve açtıkça büyüyen bu kağıt parçasından bir eski zaman kokusu yayıldı. Şu fırfırlı kenarlı örtüleri olan divanların, üzerinde dar ağızlı alüminyum sürahi duran tahta masaların ve ikindi güneşinin yaslanıp dinlendiği geyikli halı asılı duvarların bulunduğu odaların kokusundan…” Yeniden çayımı alıp o divana oturuyorum... Kitapta Zühtü Amca’nın Bahriye Teyze’ye yazdığı mektubu okumaya başlıyorum. “İstiyom ki sabah gözümüzü beraber açalım, ölüüken de beraber kapatalım. Aaşam tarladan eve dönünce eşikte senin lastiklerini görüverim be Bahriye. İçeeden senin pişiidiğin yemeklerin kokusu gelsin… Başımın değil kalbimin üstünde yerin var ay paaaçam benim…” satırlarıyla biterken mektup, sanki Bahriye Teyze’nin sel basmış eflatun gözlerini taşıyorum. Dünya böyle güzel bir yer… ‘Toprağı kazsan yine sevgi biter’ bi yer dünya…

'Bu burada bitmez' bir yazıya dönüşmeden, altını çizdiğim satırlarda yeniden kahkahalara gömülürken kendimi tutamayıp tüm kitabı size yazmaya kalkışmadan arka kapakta sıcak yaz günlerine buz gibi limonata kıvamındaki yazıyla sonlandırmak istiyorum. Ve tabii ki Carpe Diem’den çıkan ve şu an elimde 4. baskısını tutmakta olduğum ‘Delireceğim de Vakit Bulamıyorum!’u cümlenize tavsiye ediyorum! Tebessümle... (:

“Dünya telaşındaki yorgunluktan, unutulmaya yüz tutmuş yaşama sevincinizin bam telini titretecek bu kitapta, her zaman söyleyecek bir çift lafı olanların, attığı çığlıkları kimseye duyuramayanların, en sevdiği yemek ucundan koparılmış taze ekmek olanların, üzgün insanların attığı kahırlı bakışları yerden alıp öperek alnına koyanların, havalar ısınınca leğene su doldurup çimmeye kalkanların, çiğnediği sakızı kaybolmasın diye kafasının tepesine yapıştıranların komik momik hikâyeleri var.

“Yalnızlıktan şikâyetçiyim kosmer bey!” diyorsanız bu kitabın doğal telaşına kendinizi bırakın.”

Carpe Diem Yayınları, 4. Baskı, Ocak 2013 İstanbul, 193 sayfa


'Mine Sota' Kim ki?

1972'de dünyada doğdu. Saklambaç oynadı, okula gitti, otobüs kuyruğunda sıra bekledi, Türk filmleri izledi, gazetelerin verdiği ansiklopedilerden almak için kupon biriktirdi...
Kendini bildi bileli yazar olmak istedi. Tabi kastettiği 'Gönül yazar' değildi. İlk yazı çalışmaları evdeki duvarlara keçeli kalemle serbest yazım şeklinde başladı. Sonra kağıda geçti. Bilgisayar virüsünün insanlara bulaşmadığına ikna olunca yazmaya bilgisayarda devam etti. Çeşitli dergilerden okurlarına seslendi. Yazmaya devam ediyor...

Diğer Kitapları

İlk okuduğum kitabıdır kendisi :)


Sokakta yürürken bir televizyon muhabiri size pat diye mikrofon uzatıp 'En son ne zaman delirdiniz? Ağladınız? Sevindiniz? Merhamet duydunuz? Şımardınız? Âşık oldunuz? Acıdınız? Sinirlendiniz? Gözünüzden yaş gelene kadar güldünüz?' diye sorarsa, bu soruların cümlesine birden 'Mine Sota'nın son kitabını okuduğumda.' diye cevap verebilirsiniz. 
Bir ömrü bir güne sığdıran bir kelebek gibi, hayattan hayata konan bu kitap, size 'Aman çimlere basmayalım, aman turistlere iyi davranalım, vergimizi de ödeyelim…' dışındaki iyilikleri de hatırlatacak, hatırlatmakla da kalmayıp içinizde, herkese merhamet etmek, yamuk yaptıklarımızdan özür dilemek, efendime söyleyeyim sokağa fırlayıp çevrede dolaşan insanları 'Hepinizi çook seviyorum, canlarım benim!' diye sımsıkı kucaklayıp çay ısmarlamak, keçi gibi ağaçlara tırmanıp erik toplamak, ıslık çalarak su birikintilerinde zıplamak gibi istekler de doğuracaktır.



Sayın okur! Sayın okur!
Acilen bu kitabın iç sayfalarından bekleniyorsunuz! 
Cenevre Üniversitesi Gıdıklamadan Güldürme Ana Bilim Dalı Başkanlığı’nca okunması önerilen bu kitap bilmek, didiklemek ve hemen akabinde gülmek isteyenler için Mine Sota atölyelerinde kalp ve zekâ prodakşınlığında yazılmıştır. 
Ünlü Türk düşünürü Sibel Can’ın da dediği gibi “Senin sevdiğin hırkamı giydim, senin geçtiğin yollardan geçtim, senin indiğin vapura bindim, senin aldığın kitabı okudum.” aşkı ve sadakatiyle okunacak bu kitapta bizzat siz, biz, onlar, şunlar ve de bunlar anlatılmaktadır…
Düşüncelere ve düşlere rahatça sürülebilen macun kıvamındaki bu şifalı kitap, anında hücrelere nüfuz edip ruhsal şişkinliğe ve kafa yorgunluğuna birebir gelme özelliğine sahiptir. 
Aç karnına ya da tok karnına alınması no problemdir.
Gülmeye aç moralleri doyurduğu halde egoları bir gram bile şişmanlatmaz. Çocukların erişebileceği
yerlerde bulundurulmasında da hiçbir mahsur yoktur.
 Bu kitabı okuyun, dünyaya bakışınız değişsin. Otursun dünya size baksın. Oh olsun!



Bu kitap, asla dublör kullanamadığımız, kısa ya da uzun metrajlı hayat filmimizde geçen acıklı ve sinirli sahnelerin içine sinmiş gülünç yanları "Gel bakim sen buraya" diye ensesinden yakalayıp önümüze koyan yüz seksen sayfalık bir eldir. Tam düğün dernek kurulmuş, limonatalar masalara konulmuş ve damat Kartal Tibet, gelin Filiz Akın'a gülümserken, birinin anîden salona girip "Durun! Siz evlenemezsiniz! Siz kardeşsiniz!" demesi gibi beklenmeyen oyunbozanlıkları ve o esnada Suzan Avcı'nın ayağa kalkıp "Durmayın! Siz evlenebilirsiniz, caizdir. Siz kardeş değilsiniz. Kızımın babası şu klarnetçidir." demesi gibi yine her şeyin birdenbire yoluna girmesi ihtimallerini bünyesinde barındıran hayatın fazlası var eksiği yok bir doğallık ve canlılıkla anlatıldığı bu kitabın okuyanlara, "Ammmaaann! Madem gülmekten ölemiyoruz, o zaman biz de ölmekten güleriz." dedirtebilecek mistik bir güce sahip olduğu da kafadan atılmaktadır…






Valla ben okuyanın doğrucusuyum; gereği düşünülen her şey bu kitapta!

Bu kitabın ölüyü bile güldürdüğü, kiloluk kahkahanın toptan fiyatına perakende satıldığı, derde kedere “Aman boş ver be!” dedirttiği ve bozuk morallerin Mine Sota atölyelerinde itina ile tamir edildiği söyleniyor. 
“Zeytinyağlı yiyemem aman, basma da fistan giyemem aman” diyenlerdenseniz bu kitap seçiciliğinize fena halde hitap edecek. Titizlenmenize değecek. 
Neron’un bu kitabı bulamadığı için sinirinden ortalığı yaktığı, Kleopatra’nın, “Önce ben okuyacağım” diye kendisini sokmaya çalışan yılanın ümüğünü sıktığı, Rapunzel’in tutuna tutuna kuleden aşağı inip, sırf bu kitabı almak için kitapçıya kaçmak maksadıyla saçlarını uzattığı tarihi atmasyonlarda yer almaktadır. Zenginlerden alıp fakirlere veren Robin Hood’un bu kitabı okumayanlardan alıp okuyanlara verdiği de rivayetler arasındadır.
 Hiçbir şey hakkında her şeyin anlatıldığı ve her şey hakkında pek çok şeyin didiklendiği bu kitap, sadece sizi güldürmekle kalmayacak, bunu etrafınıza da bulaştıracak. Kısacası bu kitabı aldığınız takdirde sizi de bir gülmek alacak.Haydi, kitapta gülüşürüz...






Baylar, bayanlar!
Şu elimde görmüş olduğunuz kitap; her kitapçıda bulunmakla beraber, içindeki şaşırtıcı, afallatıcı, yer yer gülerken gözden yaş getirtici hikâyeler bu kitaptan başka hiç bir yerde bulunmamaktadır. Kitabı ilk açtığınızda içindekiler bölümüne bakarken, aslında kendi içinizdekilere bakacaksınız. Su içerken okunması, karşınızdakine püskürtme ihtimali sebebiyle önerilmez. Son okuma tarihi, taşınırken kaybolana, ya da bir arkadaşınıza verilip bir daha geri alınmayana kadardır. Gülümseme ışığında ve gönül ısısında muhafaza ediniz…

"Sağlıksız koşullarda fikir ürettiğiniz için bu beyni kapatıyoruz." titizliğine varacak bir hassasiyetle kaleme alınmış olan bu kitaptaki düşündürmeler, düşünürken güldürmeler, gülerken kıvrandırmalar tamamıyla yerindendir. Lütfen alıcılarınızın ayarıyla oynamayınız...






Dikkat! bu kitabı okuduktan sonra hepinize olanlar olacak! Meseka birine selam vermek yerine "Aman borçlu çıkarım şimdi, neme lazım." deyip tırıs tırıs kaçmak yok artık yok. Geçtiii! "Koş Necdet Abi kavga var!" diye el alemin seyrine bakmak da yopk. Sonra öyle, ziyaret saatleri dışında hastanın yanına kaçmak için, kapıdaki görevliye Andersen'den masallar anlatıp adamı hasta etmek de yok. Hali hazırda ne kadar olan biten varsa, bu kitapta yok! 
Görgüsüzlüğün verdiği geçici rahatlıktan dolayı kenara köşeye saklanmış her türden davranış ve de davranamayış, bu kitapta sotaya yatmış Mine tarafından zonklatılıyor... İnsanın sinirini minirini, gamını kasavetini, çıbık makarna gibi hup diye içine çekiveren bu kitabın daha ilk sayfasını çevirdiğinizde, içiniz dışınıza çevrilecek. 
Sakın okumakla biter sanmayın!
Asıl her şey okuyup bitirdikten sonra başlayacak...
"Şu hayatta daha bir gün görmedim be!" diyenler!
Okuyun ve gününüzü görün!




Ailenizin yazarı Mine Sota tarafından yazılan bu kitapta neler yok ki… 
Karpuz çekirdeğinin içine sığdırılmış karpuzun, bir türlü kırağı çalmayan acı patlıcanların, her zaman söyleyecek bir çift lafı olanların, değirmenlerini taşıdıkları suyla döndürenlerin, attığı çığlıkları kimseye duyuramayanların hikâyeleriyle dolu bu kitap… 
Saman saklarken, zamanı saman edenlere, "Kayınçomun arabası var, benim niye yok?" diye içi içini yiyenlere, "Kaynanam al dedi, git dedi, al kendini git dedi" diyenlere, hayrını görmek için çocuğunun okuldan mezun olup iş bulmasını bekleyenlere, "Ağzı olan değil parası olan konuşur kardeşim, oof off" diye ay sonunu gözleyenlere "Ammaaan her şey olacağına varır. Haydi, eller havaya oh ohh!" dedirten bu kitap, moral bozukluğunuza da feleğini şaşırtır. 
Üstelik canlıdır. Korkmayın elinizi ısırmaz ama sizi parmak izinizden tanır. "Ben senin kitabınım. Başkasına yar olmam" der, ellerinizden öper ve sizi hiç bırakmaz. Oldu da kendisini alıp eve götürmediniz, arkanızdan ağlar. Gene de bırakıp giderseniz siz geri dönene kadar sizi özler... Sizin her hâlinizi beğenir. 
"Aa en çok hangi hâlimi beğeniyor acaba?" diye merak ediyorsanız, onu okuyun ve ne hâliniz varsa görün. Pardon, ne hâliniz varsa gülün.






Tın tınn tınn!
Dikkat! Dikkat! 
Konya yerine Kenya uçagına binip Hanya'yı Konya'yı görenlerin..."Su binanın girisi nereden?" diye sordugu kisinin "Yandan" demesi üzerine dayanamayıp "Amaaan yandann altmıs, yetmiss" diye göbek atanların... "Sonunda uzaydan dünyaya semsiyeyle atlayacagım o olacak haa" diyenlerin... Dügünde halay çekerken, teee Bulgaristan sınırına geldiginin farkında olmadan hâlâ "Teyy teyy!" diye bagıranların... 
Dünyadaki yerçekimiyle beraber 'dertçekimi'ne de maruz kalıp "Beniggm buu deerdim niisyigaaannnn!" diye türkü çıgıranların... Duvarın dibine çömelmis, bir yandan oyundan çıkarıldıgı için aglayıp bir yandan da elindeki dondurmayı yalayan çocukların... Sevdigi kızı istemeye giderken, dayanamayıp aldıgı çikolataların hepsini yiyenlerin...
 Gelip geçen arabaların rüzgarından bir o yana bir bu yana savrulan, bir türlü yere konamayan yorgun naylon posetlerin... Birlestirip eski hâline getirebilmek için kırılan kalbinin parçalarını bir ömür arayanların...
 İyilik yaptıkları için, "Vay enayiler!" denen insanlara, "Vay en iyiler!" dedirten kitap çıkmıstır.








"Ciddi Ciddi Komik Kitaplar" serisinin vazgeçilmez yazarı Mine Sota yepyeni kahkaha tufanı ile yeniden raflarda.

Hayatın içinden belki de her gün şahit olduğumuz komik, düşündürücü, eğlendiren, eğlendirerek öğreten olayları ince ince dokuyarak bir sinema filmi tadında sunuyor bizlere.

Dört gözle beklenen Mine Sota kitabı bu sefer daha öncekilerden de iddialı. Herkesi hayatının bir köşesinden mutlaka yakalayacak ve kendi mahallesine sürükleyecek. Kitapta anlatılan olayları etrafınızda görmeye başladıkça kendinizi gülmekten alamayacaksınız!












Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...



Counters
Free Web Counter