Cumartesi, Ekim 20

Damlalara basmadan konuşalım..



Yazmaya başladığımda belirecek bir cümlenin eteklerine yapışmak istiyorum. Zira anlatmaya başlamak için bir kapı bulmam şart. Özlemek fena bi'şey. Hem güzel, hem ızdıraplı, zengin, yorgun, aynı anda huzurlu ve huysuz... Özlemek deyince tüm lügatı önüme seriyorum... İçinden kelimeler akıyor... Evde yağmur havası var,   en konuşkanından... Damlalara basmadan yazıyorum ben. Üşüyen, üşümüşlükten kızaran burnumun ucuna elim gidiyor arada. Parmaklarımsa soğuğun akrabası ellerin uzakta olduğu zaman... Sesinden silemediğim hüzne gidiyor aklım. O huzursuzluğu dövemediğime... Yerini değiştirmek istediğim eşyaları gibi evin, kaldırıp o huzursuzluğun yerini değiştirmek istiyorum. Bana doğru bir kıyıya taşımak. Ben ki daha rahat satabilirim rüzgara onu...

Yağmur yağıyor. Damlalara basmadan yazıyorum. Gündüz gözüne uyuyan prense benzettiğim bulutlar, mavi örtünün üzerinde, onu hiç bozmadan uyuyan prense... Eve kaçtılar hepsi...
Çocukluğumdan haberler getirmiştim, sonra masalın içinden çıkan hikayeler söze gelecekti, yüzümü kucağına koyup, evin eşyalarının yerlerini değiştirecektim yüzümde dolunaydan bir gülümseme, elimle gökyüzünde işaret ederek. İştahım kabarmıştı anlatmaya, sesinden hüzün döküldüğünde kapıda kaldı hepsi, merdiven kenarına dizilen terlikler gibi eski apartmanlarda.

Yağmur yağıyor. Ve bu bugün hiç romantik değil. Damlalara basmadan yazıyorum.
Demiştik ya baharın yerini değiştiremezsin, kış da yaşanır, ama geçer. "Günler, aylar birbirini kovaladı." dediği gibi filmde... Bahar yaklaşıyor kışın kucağında...

Çünkü gökyüzü mavi, çünkü bugün de bildiğim gibi çocukların sesinde yaşıyor kuşlar.
Ve çocukluğumuz hala sıcak...sımsıcak!

Söylemeden edemedim notu: Yağmurla konuştuklarımızı duymuş olmalısın, kuşlar söyledi diğmi!           

O zaman kanatlarına takılan şarkıya kulak ver... ;)





-Ebr-i Nisan-

Pazar, Mayıs 20

Çocuk! Sesine ne oldu?







Eskiden, daha önce oturduğumuz yerde, sabah erkenden çocuk sesleriyle uyanırdım. Annelerinden o erken saatte izin alabilip hiç düşünmeden kendini dışarı atan çocuklarla. Simitçiler geçerken sokaklardan ve kuşlar cıvıl cıvılken... Sokağın bir sesi olurdu; her şeyin yolunda olduğunu söyleyen, her şeyin birbirinin parçası olduğunu anlatan.. 'Hayat Var!' diyen... İçime tarif edemeyeceğm bir huzur dolardı...

Şimdi yok o çocuklar... Dünya parça parça, dünya kısalmış... Kimsenin kimseye tahammülü kalmamış...
Çocuklar bile özgürlük diyor adının yalnızlık olduğu şeye...

Özgürlük mutluluğu seçmek ve yaptığın seçimde karşılaşacağın tüm sıkıntıları öpüp başına koymak değil mi?

Özgürlük ne demek şimdi?




*Az önce bir çocuk sesi duydum. İnanır mısın çocuğun sesiyle birlikte konuşan kuşlar vardı.
Şimdi çocuğun sesi yok ve gerçekten kuşların sesi de yok! Yoksa çocukların sesinde mi yaşıyor kuşlar???


Ebr-i Nisan.

Çarşamba, Nisan 11

geçmiş zaman cümleleri 2..




"Çocuk büyüdü
Yalnızlık oldu..."
Şükrü Erbaş


Annem diyor ki bazen: "Bozulduğunu çok belli ettin...etme..."

Yolda giden iki kız konuşuyor, biri diğerine, "sevindiğini çok belli etme," diyor.

Televizyonda bir kadın konuşuyor yine, "hevesliymiş gibi davranma!" diye parmağını sallıyor karşısındakine...

Sonra, "akma," diyorlar sana gözyaşlarım," kimse görmesin, duymasın, güçsüz derler!"...

Şimdi ben bu satırları yazarken ellerime, bilgisayarın klavyesine damlıyor yaşlar... Tuzu kalıyor kurudukça... Tuzunda anlatamadıklarım...

Yağmur neyi anlatmaya çalışır yağarken? Ya da kar... Dünyanın yanan kalbini serinletirken neyi bırakır toprağın dudaklarına... Kim çözmüş o anlamı... Sonra kim çözecek anlatamadıklarımı toplayıp ellerimden...

-Ebr-i Nisan-

Salı, Mart 27

Pazar, Mart 18

Hayal Bilgisi 7. Sayısı ile Kitapçılarda!



Hayal Bilgisi 7. Sayısı ile Kitapçılarda!

Editör'den:

Değerli Hayal Bilgisi Okurları,

Mart 2011’de ilk sayısını yayınladığımız Hayal Bilgisi, Mart 2012’de 7. sayısı ile 1. yılını dolduruyor.

Geride kalan 1 yılda, 32 sayfa ve kendinden kapaklı iken, 72 sayfalık bir hacme kavuştu Hayal Bilgisi. Türkiye’nin pek çok noktasında kitapçıların raflarında yer buldu kendisine. Dergide yayınlanan eserler daha fazla yazı arasından seçilmeye başladı. Dolayısıyla yazılarını gönderen insanlarla tanışıklıklar geliştirdik. Asli amacımız olan bu diyaloglar bizi giderek büyüyen bir aileye dönüştürdü.

Hayal Kitabevi, Temmuz/Ağustos/Eylül/Ekim (2011) ayları boyunca Van Erciş’te bir kütüphane gibi işledi ve sayısız kitap okur ile buluştu. Burada pek çok etkinliğe yer verildiği gibi, ilköğretim öğrencilerine de ücretsiz İngilizce kursları verildi. Kitabevimiz, yaşadığımız ve tüm Türkiye’nin yakından takip ettiği deprem nedeniyle kapandı.

Depremin ardından birçok proje gerçekleştirdik Hayal Bilgisi olarak. 6. sayımızın tüm geliri ile çocuk kitapları satın alıp hediye ettik depremzede çocuklara. Söz verdiğimiz gibi. Okurlarımızın destekleri ile özellikle çocuklara yönelik bu çabalarımız neticesinde hala yüzlerce tebessüm ile karşı karşıya kalıyoruz. Çocuklar, Türkiye’nin dört bir yanından ablaları ve abileri ile mektup arkadaşlığı yapıyorlar, hediyeler alıp, gönderiyorlar. O çocuklar, ‘Ben Edebiyattan Anlarım’ diye sloganlarını yazıp, 7. sayımızın okurları için birer resim yaptılar. Erciş’i, gökkuşağının en güzel renklerine boyadılar.

Hayal Bilgisi 7, bu bağlamda, ‘Edebiyatçının Sosyal Sorumluluğu’nu sordu Mevzubahis sayfasında. Çünkü parası olanın değil; gönlü olanın yardım edebileceğini, yeteneği ya da bilgisi olanın değil; bilinci ve vicdanı olanın ötekileri tebessüm ettirip hediyeleşmeyi gerçekleştirebileceğini göstermek ve ne yaparsak yapalım, icraatımız ne olursa olsun, elimizdeki malzemeyi ya da insan öğesini mutlu edebilecek tek gerçeğin doğru üslup olduğunu anlatmak istiyoruz.

Olabildiğince dikkat ediyoruz bu nedenle yaptıklarımıza. Hediye paketleri bazen, hediyenin maliyetini aşıyor. Ailemize ayıracağımız vakti, mektuplar, kısa notlar yazmak ya da hediye paketleri hazırlamak için harcayabiliyoruz. Misal, ‘fotokopisini çeksenize o notun, niçin elle yazıyorsunuz’ diyorlar bize. El yazısı; samimiyetin en uç noktasıdır. Biz istiyoruz ki, toplumda farklı noktalarda olan herkes, isimlerinin yanında hangi etiket olursa olsun, samimiyetlerini korusunlar birbirlerine karşı.

Ve istiyoruz ki, ‘çocuk’ insanın en önemli gündemi olsun. Hayal Bilgisi, bu nedenle çocukları önemsiyor. Bu nedenlerle, Hayal Bilgisi bir edebiyat dergisinin olması gereken halini simgeliyor pek çok açıdan; şiirinde ifade ettiğini kendi hayatında kendisine samimiyet olarak kanıtlayamayan insanlarla işimiz yok bizim. Hırsımız yok. Kıskançlığımız yok. Tartışmaları ön planda tutacak kadar müsrif değiliz Elhamdülillah.

Niyetimiz düşüncelerin, edebi kaygıların gerçek hayatta eylemlere dönüşmesi, harekete geçirebilmesi bizleri ve okurları. Allah, muvaffak etsin.

İlerleyen sayfalarda mutlaka size hitap eden bir yazı ve yazar ile tanışacaksınız. Gelecek sayıda buluşmak üzere… İyi okumalar.


Cihat Albayrak

Salı, Şubat 14

Sevgililer Günü İçin Alternatif İyilikler!


Hayatımın en güzel hediyesinden...


O'nu en çok mutlu edecek şey, O'nunla elele, ötekileri mutlu etmek için çabalamaktır bence.

Misal bugün, O'na bir hediye almak yerine, O'na hediye gibi bir gün yaşatın.

Sevgililer Günü için, paradan başka bir karşılığı olmayan hediyelere alternatif olarak;

* bir huzur evini ziyaret edin,

* çocuk esirgeme kurumuna gidin, elinizde çikolatalarla dolu bir poşet ile,

* kitaplığınızda duran, zaten okumuş olduğunuz kitapları hediye paketi yapın ve otobüs duraklarına bırakın,

* bugün sokakta, iş yerinde, okulda gördüğünüz, tanıdığınız ya da tanımadığınız herkese selam verin ve kaç kişi ile selamlaştığınızı sayın, gün sonunda bu sayıyı kocaman bir kağıda yazıp duvarına asın sevgilinizin,

* kuşlar, kediler, köpekler; sokak hayvanları için parklara, evinizin balkonuna, açık alanlara su ve yem bırakın,

* uzun zamandır görüşmediğiniz akrabalarınızı listeleyin; en yaşlı olanlarından başlayarak, ziyaret edin, ellerini öpün, onlara yemek yapın, evlerinde temizlik yapın,

* bir çiçeğin dalından koparılmasına neden olmak yerine, bir çiçeğin dikilmesine vesile olun; bir çiçek ya da bir ağaç dikin,

* elinize pastel boyaları alıp o'nun için bir resim yapın, bir şiir yazın o'na, bir şarkı söyleyin karşınızda durduğu ilk an,

* o'na, o'nu anlatan bir yazı yazın; zaten bildiğini, hissettiğini düşündüğünüz tüm duygularınızı en samimi halde kağıda aktarın, değil mi ki allah da bütün hissettiklerimizi, isteklerimizi bildiği halde, bizden dua'yı ister, ifade etmemizi bekler, o'na o'nu en iyi siz ifade edin,

* eldivenlerinizi takıp, çevrede bulabildiğiniz tüm kağıtları ve plastikleri toplayın; bugün doğaya büyük bir hediye vermiş olun,

* birlikte bir kitapçıya girip, bulabildiğiniz tüm edebiyat dergilerinden birer sayı alın; edebiyat dergilerinin neredeyse tamamı, müthiş özveri ve fedakarlıklarla çıkıyor; sayfalar arasında, insanları bu fedakarlığa iten nedenleri bulun,

* bir paket lokum alıp iş yerinizde, okulunuzda ya da hiç olmadı, dükkan dükkan dolaşarak esnafa, ya da caddede karşınıza çıkan herkese ikram edin; ağzı tatlanan herkes, mutlaka size tatlı sözler edecek ve en önemlisi 'allah razı olsun' diyecektir,

* ülkemizin, onlara sahip çıkacak gücü var, keşke bu halde olmasalar ama etrafta onlarca dilenci var; onlar arasından engelli olanlarından ya da yaşlı olanlarından birini seçin ve birlikte bir lokantaya girip yemek yiyin, sohbet edin onunla, neden'lerini dinleyin,

* van ve erciş'teki depremi biliyorsunuz; buradaki çocuklar için oyuncaklar, kitaplar, eğitim gereçleri satın alın, paketleyin ve içine mektuplarınızı da ekleyip gönderin, yardım değil, 'hediye' olarak yapın bunu,

* hediyeleşmek sünnettir, o'na değil, o'nunla birlikte, çocuklara hediye alın, hediyeye en çok ihtiyaç duyan, her istediğini alamayan, çoğu kez istediğini dahi ifade edemeyen çocukları mutlu edin,

* engelli vatandaşlar için bir şeyler yapmayı deneyin; misal, istanbul'da beyazıt'ta görme engelliler kütüphanesi'ne gidin, orada, stüdyoya girip görme engelli vatandaşlar için bir sesli kitaba ses olun,

* tatlı alın ve hatta daha da güzeli, o'nunla birlikte tatlı hazırlayıp, elde tepsi birlikte komşularınıza dağıtın,

* fakir olduğunu bildiğiniz bir komşunuz için, bir hafta. ya da bir ay yetecek kadar gıda alışverişi yapın ve en uygun dille kendilerine ulaştırın bu paketleri,

* kızılay şubelerine gidip, hiç tanımadığınız biri için kan verin; en büyük fedakarlık, en büyük iyilik, insanın kanını, hele de hiç tanımadığı bir insana kanını vermesi olabilir, yapın bunu, yılda iki kez,

* ailenizdeki bir çocuğun ev ödevlerine yardım edin; çocukları alıp birlikte lunaparka gidin.

Liste olabildiğince uzatılabilir. Siz de aklınızdaki iyilik hallerini yazın buraya lütfen. Ve bugün, bir iyilik yapın; başkasını tebessüm ettirecek her hareketiniz sizi daha fazla mutlu edecektir, kendinize iyilik yapmış olacaksınızdır ve ancak böylelikle Sevgiliyi mutlu edebileceksinizdir gerçek anlamda.

Zaman insanın halihazırda sahip olduğu en değerli şeyidir. Zamanınızı, zihin bulanıklığıyla, gürültülü ortamlarda yormayın. Susmayı deneyin; dinlemeyi, anlamayı, empati kurmayı, değiştirmeyi, geliştirmeyi, iyileştirmeyi...

Hayat güzeldir; siz sadece O'na eşlik etmeyi deneyin.

1998'den bu yana, bi çok kez aşık oldum. Büyük oranda kendime sakladığım bu aşklar beni bugüne hazırladı.

Bugün, sevdiğim tüm insanlara ve sevgili nişanlım Ayşe Ünsal'a, en büyük hediyem, onlar için hala beslediğim iyi niyetimdir sanırım...

Aşk, tıpkı anne gibi, 'ismin en güzel hali'.

Ve ben, aşık olabildiğim için bugün, kendimi çok şanslı hissediyorum.

~ Cihat Albayrak ~

Unutma; Sen Bir Kahramansın!

"Hey sen! Bugüne kadar bir hayat kurtardın mı? yada bunu hiç düşündün mü?
Günün birinde hayat kurtarabilecek bir kahraman olduğunun farkında mısın?
Sanırım değilsin, o halde gözlerini dört aç ve yazdıklarımı iyi oku. Anlatıyorum!



Herkesin yapacak birşey bulamadığı ve sıkıntıdan patladığı bir günü olmuştur!
Seninde olmuştur elbet, hangimizin olmadı ki? Ama artık olmayacak!
Biz bir kahramanız! Kahramanlar sıkılmaz! Kahramanlar boş durmaz!
Kahraman olmak, hayat kurtarmak; hiçte zor değil! Nasıl mı? işte anlatıyorum!

Önce boş gününde vakit öldürmeyi bırakıp, sıkıntıdan şikayet etmeyeceksin!
Birilerinin yaşamak için sana ihtiyacı olduğunu bilerek hareket edip
dışarı çıkacaksın ve en yakın kan merkezine gidip, 1 tüp kan vereceksin!
Sonra “Ben ilik nakli bekleyen hastalar için donör olmak istiyorum” diyeceksin!
Eğer donör olmak için uygun biriysen onlar senin kaydını yapacaklar!
Sonra dönüp eve mi gidiyorsun, nereye gideceksen gidebilirsin!

Aradan zaman geçecek, belki hafta, belki ay, belki yıl, belki yıllar!
Günün birinde senin iliğine ihtiyacı olan bir lösemili hasta çıkacak karşına!
O gittiğin kan merkezinden seni arayacaklar, ilik nakli için lazımsınız gelin diyecekler!
Kararını değiştirmediysen eğer bir elin kan’da da olsa çağırdıkları yere gideceksin!
İlik nakli için herhangi bir ameliyat geçirmeyeceksin, ne dikiş izi olacak ne başka birşey!

Kalın bir şırınga yardımıyla, iğnelerle belinden biyopsi yapılacak ve ihtiyaç duyulan ilik alınarak, hastaya nakledilecek. Lösemili hasta 3-4 hafta içerisinde kahramanı sayesinde, yani senin sayende, eski sağlıklı günlerine dönmeye başlayacak. Geçirdiğin bu bu operasyon günlük yaşantına kesinlikle sekte vurmayacak! Sadece belinde 2-3 günlük bir acı oluşturacak. Ama artık sen hayat kurtarmış gerçek bir kahraman olacaksın! 2-3 Günlük acı sana vız gelip tırıs gidecek!

Yazdıklarımı okuduğun için sana çok teşekkür ediyorum, şimdi sırada okuduklarını uygulamak var! Müsait olduğun ilk gün, en yakın kan merkezine giderek gerçek bir kahraman olmanı istiyorum!

SON OLARAK; FACEBOOK’TA ”BENİM KAHRAMANIM SENSİN” ETKİNLİĞİYLE “HERKESİN BİRER KAHRAMAN OLDUĞUNU” FARKETTİRMEMİZ İÇİN DESTEĞİNİ BEKLEMEKTEYİZ!  5 DAKİKANI AYIRIP TÜM LİSTENİ DAVET EDER MİSİN? "
http://taskinyilmaz.wordpress.com/2012/02/13/unutma-sen-bir-kahramansin/

* * *
Biz bir diğerimiz için varsak insanız!... 

Şimdi bi'şey yapmalı!




İnsan; canıyla besliyormuş özlemi...


                                                                             Ayşe.

Köy okulu için kütüphane projesi


Bir köy öğretmenimizden mesaj var!
Okulu bir kütüphaneye sahip değil ve gerek okul bütçesinin durumu elvermediğinden gerekse öğrencilerin diledikleri kadar kitap okuma özgürlüğüne maddi sıkıntılar sebebiyle sahip olmadığından, 'çocukları okusun diye' bir duyuru yapmış sevgili öğretmen arkadaşımız.

İçinde 'kitap' varsa ben de varım diye hemen harekete geçtim.
İlk olarak buradaki dostlara duyurarak işe başlamak istedim.
Böyle projeleri, etkinlikleri büyük keyifle hayata geçirip çocuklarımızın o kitaplara bakan gülen gözlerini gördükten sonra içimdeki heyecan elbette ki çok büyük!

'Hayalleri hep büyük kalsın!' diye yola çıkılacak bir proje daha!
Hep birlikte destek olalım diyor, gerekli bilgileri iletiyorum sevgili dostlar ;)


"Kütüphane projemize destek olmak için ne mi yapabilirsiniz?
-          Hikaye, roman, dergi, ansiklopedi türü kitapları okulumuza kargo olarak yollayabilirsiniz.
-          Projemizi arkadaşlarınıza, akrabalarınıza vs duyurarak daha geniş kitlelere ulaşmamızı sağlayabilirsiniz.
-          Facebook,twitter,friendfeed ve bloglarınızda projemizi duyurarak ve bu sayfaya link vererek destek olabilirsiniz.
Okul Bilgileri: HATAY’ın Reyhanlı ilçesine bağlı Karasüleymanlı Uzunköy İlköğretim Okulu
 Kargo Adresimiz: Karasüleymanlı Uzunköy İlköğretim Okulu, Reyhanlı/HATAY
 


Daha detaylı bilgi almak için: mail: mahmutadin@hotmail.com
face: http://www.facebook.com/kutuphane.olusturuyoruz
blog: http://www.kitapkolik.net/koy-okulu-icin-kutuphane-projesi

Not:  Okulumuz köy okulu olduğundan dolayı bazı kargo firmaları tarafından sorun-gecikme olabilir. Bu yüzden kitapları kargoya verdikten sonra kargo firmasını-kargo bilgilerini  mahmutadin@hotmail.com mail adresine yollarsanız daha iyi olur. Böylece kargonun takibini daha iyi yapabiliriz.
—-
Kütüphanemizi oluşturduktan sonra resimler-videolar çekilip sizlere sunulacaktır. "

Pazartesi, Ocak 23

~ Boşuna Yağmurlar ~



Bir dostun acısına…
Biz birbirimizi geçmişte anı olsun diye sevmedik…” En son bunu yazdı kadın ve ‘bir dünya devrildi titreyen çenesinde…’ Ki halen aklının evreninde dönüyordu sesler, sözler; sönmüş yıldızlar gibi bir bir gömülerek… Gittikçe bitmeyen yol gibi gelen acıların sonunu yürüyordu kadın… Gözyaşlarını emen kâğıtta toparladığı harfleri de, tıpkı toplamaya çalıştığı aşkı gibi dağılırken görerek…
Dağınık kalsın” dedi… Rüzgârı kapısını çarptı ardından bir kalbin… Geriye bir aşk boyu yerleştirilen sabır ve sessizlik dolu anılar kaldı…
* * *
Bir sabah uyandığınızda sol yanınızda bir boşluk eşlik edecek size bayım… Ardınız sıra gelen kadının ayak seslerini işitmeyeceksiniz artık… Hani bir gün nasıl olduysa ‘kaçan kovalanır’ diye başladığınız oyun tatlı gelmişti… Sahi neydi böyle davranmanıza sebep; hatırlamayacaksınız… Zamana güveneceksiniz tedirginlikle… “Nasılsa” diyeceksiniz yine… “Gidemez “ diyeceksiniz... “Aklından bile geçirmez…
Sahi size çok âşıktı değil mi? Adınızı söylerken yüzüne bahar gelirdi, hani herkesten daha fazlaydı adınızın anlamı onda; bildiğinizden bile çoktu… Çoğalırdı ve durmadan…  Sizinle kucaklamaya hazır sıkıntıları o çeyiz yapmıştı kendisine şimdiden… İki parmağınızı kavrardı hep elinizi tutarken… Sizin şarkınızdı söylerken ikinci nakaratını kulağınıza eğilip usulca mırıldandığı… Çayı dudak izinizden yudumlardı ve hep gelen iki şekerin biri size biri onaydı.  Tüm soğuk sıyrılıp düşüverirdi bedeninden; sarıldığınızda… Ve siz, dizine başınızı koyduğunuzda “huzur bu işte,” demiştiniz, elinizdeki küçük beyaz elini öperek… “Hiç kimsenin yağmurun bile, böyle küçük elleri yoktu…”
Biri kaybettiğiniz şeyi bulsun istiyorsunuz değil mi? Bakışlarını unuttuğu gözlerinizde arasanız da mı yok? Oysa size aitti bu umursamazlığın doğurduğu çocuk... Pişman mısınız bayım?

Sahi izin verdiniz mi gerçekten gitmesine? Yüreğinin üşümesine razı oldunuz mu? Ya onu başkalarının sevmesine? Uyandığınızda geç mi kalmıştınız “gitme!” demek için, ‘gitme noktasına’ gelen kadına “kal!” diyemediniz mi?’ Yaptığınız hatalar, verip de tutmadığınız sözler, sevgisini acımasızca harcadığınız zamanlar gelip de düğümlenmeyecek mi boğazınıza? Dilediğiniz zaman sarılıp öptüğünüz kadını hiç özlemeyecek misiniz? Karşınıza çıkardığı tüm güzellikleri görmezden gelip hatalarıyla mı avutacaksınız yoksa kendinizi?  Niçin susuyorsunuz!
O yanınızdayken bihaberdiniz geçen zamandan, başkalarına cömertçe harcadığınız vakitlerin kaçını koydunuz yerine geri? Hiç mi? Ne kadarını çaldınız peki ondan; hayatından, hayallerinden, umutlarından? Ne kadarını çaldınız inandıklarından? İnandıklarını aldığınızda ne kalırdı ki bir insandan? Matematiğiniz de mi zayıftı sizin duygularınız gibi…
Yetiyordu hani bir tek gülüşü içinizi ısıtmaya, iki cümle duysanız sesinden; mutluluktan uçan siz değil miydiniz? Hayatınızı dolduran en büyük güzellik değil miydi varlığı? Ne oldu, birden değişti mi bütün bunlar? Yetmedi mi size sunduğu aşk? Başkaları daha mı çok hak ediyordu şimdi kurduğunuz özenli cümleleri… O başı pencere pervazında saatleri yıl yıl yürürken, gözlerini bıraktığı uzaklardan bir türlü gelemeyen siz! Sizi böylesi bekleyen o kadına vicdanınız bu kadar mı sağırdı!
‘Yağmur’ olacaktı kızınızın adı; siz koymuştunuz… Şimdi gökyüzünün gözyaşlarını tutmaya gücünüz var mı?
Vicdanınız mı daraldı yoksa bayım? Hafızanızı mı kaybettiniz? Yüzünüzü kapattıkça küçülüyor mu elleriniz?Hiç bitmeyecek”li cümleleriniz neden küf kokuyor artık? Bu kadar mı yabancıydınız kendinize? Kalbinizin duvarlarında atan sesleri duyuyor musunuz? İzin veridiniz mi gitmesine? Yüreğinin üşümesine razı oldunuz mu? Ya onu başkalarının sevmesine? “Gitme, kal!” diyemediniz mi? Kime ait olduğunuzu ne çabuk unuttunuz?
Şimdi boğazınıza atılacak daha kaç günlük kaç düğüm var? İçinizden dökülüyor mu bütün çekmeceler?
Ellerinizin arasında küçüldü dünya bir sus payı…
Ve bir gün gitti kadın… Size cevaplanması mümkün olmayan sorular bıraktı…
             *   Hayal Bilgisi Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi | 6   *

Ayşe ÜNSAL          

Çarşamba, Ocak 18

geçmiş zaman cümleleri..



Birikti.. birikti yazdıklarım… Sıranın sonuna geçmiştim sanki... ya da her gelen önüme geçiyordu…
Ben ellerimdekilere bakıp hevesle gülümserken; hala çocuktum… Büyümeyi elimin belki de hiç uzanamayacağı yarınlara erteleyen… Çocukluğuma versinler diye değildi yaşıma küçük gelişim… Heveslerimi almasınlar istedim elimden…inandıklarım hep çok kalsın…
Hayal edebilmeyi, dünyayı, insanları anlamayı başarabileyim, buna zaman bulabileyim diye ufalıyordum… Büyüklerin zamanı hiç yoktu çünkü, hele de sevdiklerine…
Ufaldıkça azarlanıyordum da üstelik… Azarlandıkça dökülüyordu kalbim… Acılarını sıyırmak istercesine kabuğunu döküyordu durmadan…



Ayşe.

Cumartesi, Ocak 14

dilsiz cümleler..




Başladığım cümleler var başkalarının sesleriyle kesilen… sesim kesikler içinde…
Kimsenin sözünü kesmeyeyim diye dilimden düşüp kırılan kelimelerim var…
Sesim de sessizliğim de bölündü… yarım bırakılmış uykular gibi yastıkta…
Kabusların dişlerinden aldığım kadar iyi hissedebiliyorum kendimi… 


Ayşe.

HAYAL BİLGİSİ SAYI 6 | OCAK 2012

EDEBİYAT SOKAKTAKİ İNSANIN NE İŞİNE YARAR?

Değerli Hayal Bilgisi Okurları,

Bu sayımızın bir önsözü bir de sonsözü var. İlerleyen satırlarda bunun nedenini okuyacaksınız.

Hayal Bilgisi yeni bir yolculuğa daha koyuluyor 6. sayısı ile. Hiç şüphesiz, her yeni sayı ile birlikte, taşıdığımız yük de büyüyor. Sorumluluklarımız artıyor. Dergimize ulaşan her yazıyı büyük özen göstererek değerlendiriyoruz. Bütün yazıları dikkate alıyor ve dergimize bu vesileyle değer veren, vakit ayıran herkese mümkün mertebe yanıt vermeye çalışıyoruz. Bu noktada, kapılarını ‘edebiyata’ kapamış onlarca edebiyat dergisinden çokça farklı bir iş yapıyoruz.

Hayal Bilgisi’ni doğuran nedenlerden biri ve aslında en önemlisi şuydu. Yazılarımızla, emeğimizle dahil olduğumuz birçok dergi, dergiciliğe dair çok fazla olumsuz örnek ile çıktı karşımıza. Edebiyatın bir ‘edepli olabilme/edepli kalabilme’ sanatı olduğunu unutan editörler ve yayın yönetmenleri tanıdık. Maruz kaldık ne yazık ki.

Biz adına edebiyat dediğimiz değeri, ‘düşünebilme yeteneğimizin’ bir dışavurumu olarak görüyoruz. Ve bu nedenle de kalemlerimiz; doğrudan, insanı konu alıyor, insana dair çözüm önerileri sunuyor okuruna. Her gün sonsuz kez tekrarlanan bir kötülükler yumağı olarak görmüyoruz hayatı, insan hayata yalnızca olumsuzluklar katmıyor. Ama doğrudan insan ürünü olan ve gözyaşlarımızı hedef alan çok fazla şey yaşanıyor dünyamızda. Biz, sessiz kalamıyor; görmezden gelemiyoruz. Özlemlerimiz şiir güzelliğinde vücut buluyor sonra, bir öykü ya da bir mektup… Ama en nihayetinde, kimsesiz bırakmıyoruz eserlerimizi; her şiir bir yetim sahipleniyor misal, her mektup, bir yalnızı…

Ötekileştirdikleri herkesi ‘sokaktaki insan’ olarak gören ‘edebiyatçılar’ var. Bu nedenle, ‘Edebiyat sokaktaki insanın ne işine yarar?’ diye sorduk bu sayımızda. İstedik ki; bu dergi sahibi/yazarı edebiyatçılar, edebiyatın ‘egolarından’ ibaret olmadığını, ‘sokaktaki insanın’ edebiyatı güzelleştirdiğini fark etsinler.

Edebiyat yapmayıp, edebiyat hakkında konuşan malum ‘edebiyatçılara’, editörlere, yayın yönetmenlerine bir tepkidir artık Hayal Bilgisi! Buyrun, Hayal Bilgisi’nde hepimize yetecek kadar EDEBİYAT var.

Müştehir Karakaya ile Söyleşi (Cihat Albayrak), Hakan Bilge, Emine Köseoğlu, Müzeyyen Çelik, Emre Gürkan Kanmaz, Nurullah Yardımcı, Yelda Karataş, Cihat Albayrak, Ayşe Ünsal, Mehdi Akan, Gülşen Çağan, Umut Pusat, Esra Pak, Ervin Jahic | Elyad Musevi | Granaz Musevi (Çeviren: Nihan Işıker) Serap Orhan, Hakan Kartal, Mehmet Türkmen, Nur Banu Bahçeci, Nergihan Yeşilyurt, Emin Arı, İlknur Karanfil, Leyla Arsal, Şakir Taş, Mesut Gül, Yasin Altunbay, Serkan Engin, Ayşenur Mucan Olcars, Aziz Küçük, Metin Dikeç

İlerleyen sayfalarda mutlaka size hitap eden bir yazı ve yazar ile tanışacaksınız.  Gelecek sayıda buluşmak üzere… İyi okumalar.                           
 
SONSÖZ

Değerli Okurumuz,

Hayal Bilgisi Van Erciş merkezli bir dergi. 23 Ekim 2011’de yaşanan deprem, Van ve Erciş için büyük bir yıkıma yol açtı. Yaşananlar herkesin malumu. Böylesine şiddetli bir deprem, hiç şüphesiz, binalarda olduğundan daha büyük yaralar açtı insanlarda.

Hayal Bilgisi, yaklaşık 4 aydır okurunun karşısında değil. Kasım’da çıkması gereken sayımız, deprem nedeniyle çıkmadı. Dergi taslağımız ve birçok dokümanımız kayboldu. Sponsor firmalarımızın bir kısmı tamamen yıkıldı. Uzun süre internet bağlantımız dahi yoktu. Bu günlerde çok okuduk, çok yazdık. Çadırda geçen iyi ay, geceler bu şekilde geçti. Hayatlarımızı normale döndürmek için çok çabaladık. Buradaki insanlara çeşitli konularda elimizden geldiğince yardımcı olmaya çalıştık.   

En büyük yıkıma uğrayanların çocuklar olduğunu düşünüyoruz biz. Bu nedenle, Kurban Bayramı’nda, Kitap Bayramı projesini gerçekleştirip yüzlerce çocuğa kitap hediye ettik.

Depremde 6. sayımız basıma hazır halde olmasına rağmen kayboldu. Hiç şüphesiz, böyle bir felaketten sonra, dergi içeriğinin tümüyle yaşananlarla ilgili olması gerekirdi. Ancak, 6. sayı için seçilen yazıları yok sayamazdık. Bu nedenle, elimizdeki yazıların dizgisini yeniden yaptık ve önsüzümüz dahil, depremden hemen önce olduğu haliyle yeni sayımızı yayınlıyoruz.

Derginin tüm gelirleri ile depremzede çocuklara çocuk kitapları ve boyama kitapları alınıp hediye edilecek.

Derginin basım maliyetini karşılayan değerli edebiyatseverlere minnettarız.

İnşallah, Hayal Bilgisi okurunun desteği, yazarlarının özverisiyle yolumuza ara vermeden devam edeceğiz.

Deprem sürecinde bizi arayarak ya da mesaj göndererek yanımızda olduklarını hissettiren herkese teşekkür ediyoruz.

Böyle bir afetin bir daha yaşanmaması dileğiyle.

Hayal Bilgisi Dergisi Yayın Yönetmeni
[Cihat Albayrak]


Cuma, Ocak 13

Muz Sesleri | Ece Temelkuran




“Hakikât tozdaydı gördüm…
Pencereyi açtım. Evin içine yığılan rüzgâr, 2006 sonbaharının sonsuz sayıda elleriydi…”
Kitap bu cümlelerle başlıyordu. Ben Muz Sesleri’nin pencerelerinden baktığımdaysa takvimler 2010 yazının sıcağıyla terliyordu…

Hayatımda anlatırken hiç bu kadar çelişkide kaldığım bir kitapla karşılaşmadım sanırım. Çünkü bu kitaba kadar okuduklarıma ya “sevdim” derdim ya da “sevmedim”… Ya başladıktan sonra su gibi akıp giden satırlarda kaybolurdum ya da artık eskisi gibi bitirmekte ısrar etmediğim bir buhrana dönüştüyse kapatır bir kenara kaldırırdım. “Sevdin mi bu kitabı? Nasıldı?” diye soruyorsunuz şimdi bana; bu bakışlar onu ifade ediyor. Şimdi ben size ne diyeyim! Uzayıp gidecek bir cevaba tutuldunuz! Buyrun!


Her kitabın okuyucusu kadar farklı dili vardır. Herkes kendi kapısından buyur eder hikâyeyi ya da çıktığı kapıdan yürüdüğü kaldırımlar, kendi gözleriyle gördüklerini taşır benliğine… Karşılaştığı kahramanları hayatına dahil olacak bir dosta dönüştüren de, karşısında duracak düşman olarak nitelendiren de yine kendisidir.


Kendi dilimden anlatacak olursam velhâsılı, ben ne kadar buyur ettiysem evimde misafir edebileceğim bir hikâyeyle tanışamadım… Hadi evime gelmedi, o da beni kolumdan tutup sürüklemedi Beyrut sokaklarında… Geceleri illa ki uyumadan önce birkaç sayfa okumalıyım dediğim ve sayfalarına daldıktan sonra “aaa saat kaç olmuş!” diye hayrete düştüğüm bir uyku öncesine sebep olmadı… Sayesinde hiç uykusuz kalmadım yani. “Eee sonra ne oldu?” diye merakla çevirmedim bir diğer sayfayı… Hevesle başına oturmadım. Kahramanlarla da bir türlü samimiyet kuramadım.
 Ben Muz Sesleri’nde hikâyeden çok Ece Temelkuran’ı dinledim… Anlatılandan çok anlatılma şekline hayran kaldım, sevdim… Karşılıklı sohbet ortamı olsa, sık sık fikir çatışması yaşayacağım bu kadının kurduğu cümleleri elimde kalem takip ettim. Samimiyet kuramadan biten kitabın sayfalarını aralasanız, altı çizili satırlarda kaybolursunuz! İşte benim de çelişkiden kastım buydu!

 


Bu kadın öyle güzel cümleler kuruyor ki, “tamam,” diyorsun “bu daha güzel tasvir edilemezdi, daha yakından bakılamazdı bir duyguya”. Yazarken karakterlerin her birinden yeniden doğar gibi anlatıyor Ece Temelkuran. En çok kadınların ruhunda aynaya bakıyor… Acıdan süzülürken acıya bulaştırıyor elinizi yüzünüzü. Parça parça tamamlanmayı bekleyen duygular oluşturuyor benliğinizde. Sanıyorsunuz ki kitap bittiğinde bütün tamamlanacak, sizden bir hikâye çıkacak. “Hiç olmayı dene, asıl hikâye orada başlıyor.” dediğinde anlamalıydım aslında…

Beni kitapta en çok etkileyen kısım mektuplardı… Diğer yarısını, eşini savaşın göbeğinde kaybeden bir babanın kızına annesini anlattığı, savaşı, acıyı, ölüme bakarak yaşamı, kadına bakarak hayatı, aşkı, çaresizliğe bakarak umudu geleceğe ertelediğini anlattığı mektuplar…
“Belki sana bu mektubu yazarken, kendimi geri çağırıyorum.” Diyordu ve devam ediyordu:
“Sanırım sana mektup yazmak ruhuma gövdemden başka bir ev kurmaya yarıyor. Temiz ve yarasız bir ev. Çünkü artık hiçbir şeyin parçası olmak istemiyorum.'' diyordu Dr. Hamza Şatila Kampı, Beyrut’tan…
Ben sık sık karıştırdım daha sonra, bunları yazan Dr. Hamza mıydı? Bu duyguları bir insana giydirerek okuyamadım… Her seferinden karakterden taştı anlatılanlar. Belki de savaşın insanlarını anlatmak böyle bir şeydi…  Yazarın, “Uyku gibi yumuşak, kan kadar ılık bir gürültü kucağı” dediği savaşı da… Bir kişinin sahipleneceği hikayeler doğuramıyordunuz. Acının şekli bütün insanlarının bedenine oturuyordu…

“Acı, insanları gövdelerinin dışına kaçırır. Acının gövdelerinden geçmesini beklemek için etlerinden gider insanlar, bazıları bir daha hiç geri dönmezler. (…) Ruh, böyle yas tutar. Gövdeden giderek. Ruh bir gün acısı geçtiği için değil, gidecek başka yeri olmadığı için geri döner.”

Ve ölümle dolu hikâyeler için hiçbiri çok küçük değildi. Alışılagelmiş bir son gibi, korkudan sıyırıvererek anlatılıyordu: “Ama bil ki ölüm o kadar korkunç bir şey değil aslında. Hatta önemsizleşiyor. ‘Eğer o kadar insan yapabildiyse ben de yapabilirim,’ diyorsun. (…)
Haklıydı, insanlara bakmayı unutmazsan aslında, hiç korkmazsın.”

Ve “insanlar çok yalnızken, bir tane daha doğuruyorlardı kendilerinden içlerinde, ‘Korkma,’ desin diye…


Sözü aşka düşürürken de herkese aralanan kapı aynıydı: “Bir insan bir insanda başka bir hayatın kapısını görünce aşık olur. Ne mutluluktur öte yandaki, ne de tadıyla meraklandıran bir acı. Aşk diye buna denir: bir insan bir insanda tekinsiz bir ev görür. Ben annende öyle bir kapı, öyle bir ev gördüm.(…) İnsan, yarası yarasına denk geleni seviyor demek ki…

Ve yaranın içinde iyi oluyordu insanlar…

*“İnsan niye kendini en yaralayacak yere gider, niye kalır orada, annenin yüzüne baka baka anladım.(...) Kimilerimiz böyle, yaranın tam ortasında tedavi olabiliyor. Yara çünkü, en canlı yeridir gövdenin. Hareket oradadır. Can tam yaradadır. Biz yani kimilerimiz, kan gibiyiz. Yaranın olduğu yere doğru akıyoruz. Başka türlü akmayı bilmiyoruz. Dünyanın canı neresinden yanıyorsa başkent orası."


Yaşamak denince akla susmak geliyordu belli coğrafyalarda.Yaşayanlar anlatmaz, gidenler daha dilli olur. Yaşamak çünkü bize en çok susmayı öğretir. Birlikte yaşamak birlikte susmayı öğretir. Susup acı bir şaka yapmayı…”diyorlardı. Kendi hayatlarımızda bambaşka anlamlarda yüzecek cümleler sıra sıra ilerlerken savaşın içinde doğmayı, yaralanmayı, yarasına dilsizlik basıp iyi olmayı uman insanlara elimizin hiç uzanamadığını duyuyorduk sadece…

Evin ne demek olduğunu da onlardan öğreniyordunuz… Ece Temelkuran diyordu ki, buradaki insanların tek evi diğer insanlar… Birini kaybedince bu yüzden birini kaybetmezsin sadece, evin de gider.(…) Birlikte yaşanan hikayeler insanları birbirinin evi yapar.”
Ev kelimesi o zaman bu zamandır benim için de başkadır…
* * *

 Ve en çok kadını anlatırken pusulamız aynı yönü gösteriyordu…

"Kadında zaman geçmez. Sakın günün birinde iyileşmek için zamana güvenme."  ‘Hiç beklenmedik bir anda zamanda yolculuğa çıkartacak, o yarayı aldığınız güne, saate, yere götürebilecek bir sebebe çarpıverebilirsiniz’in en kısa anlatımı olmalıydı bu. Kendi içinizde saklı kalan bohçaların yaraya dönüşebileceğini ve bunlar açıldığında neler hissedebileceğinizi de size önceden anlatıyordu sanki.
Kadınları anlatmaya devam ediyordu… Dinliyordum… Elimde mor bir kalemle anlattıklarının altını çizerek.

“Çakıl taşı gibiydi çünkü annen; kamptaki kimsenin daha önce görmediği türden bir çakıl taşı. Durmuştu.  Kanı bile durmuştu.  Kadınlar bu işlerden anlarlar, kanı elleriyle ısıta ısıta yeniden akıtırlar. Öğrenmezler, kadınlar avuçlarının içinde bu bilgiyle doğarlar. Küçük kız çocukları bu yüzden hep tedavi edecekleri bir şey ararlar.”

“Bir kadının boynu en uzun cümlesidir. Sessiz, beyaz, uzayıp giden ama hep konuşan bir cümle.”

“Kadınlar doğurduklarında, her şey çıktığında içlerinde, bir tek gözyaşı dökerler. O gözyaşı, gözün içinde gülerek çoğalır.(…)
Sen gelir gelmez boynunun kokusu değişti annenin. Bir de ayakta duruşu. Tam anlatamam nasıl bir şey olduğunu ama ağırlık merkezini bulmuş gibi duruyordu. İki ayağıyla basıyordu dünyaya artık. Kadınlar çocuk doğurunca böyle bir şey oluyor. Tamamlanmak gibi değil. Dengelerini buluyorlar ve yerleşiyorlar dünyaya. Belki biraz senin de annen oluyorlar artık, o yüzden böyle sağlam görünüyorlar erkeklerin gözüne.”

“Adını annen koydu, memleketini özlediği için. Gözlerini ben koydum yüzüne: Toprak rengi, çünkü Filistin!”


* * *

“Ben savaşla böyle başa çıkıyorum çünkü. İçinden çıkmayarak. Delirmemek için, içinde kalıyorum bu savaşın.”


Bu satırlar Beyrut’ta yazılırken; biz sıcak evimizde huzursuzluk diye gözümüzde büyüttüklerimizle sabırda fakirleşirken, ‘ delirmemek için savaşın içinde kalan insanlar’ı düşündüm… Hala yaşıyorlar… Hayatlarında kaç ölümü ansızın kucakladıklarını ya da kucaklayacaklarını bilmeden…


Ben bu yazıyı tamamlarken, dünyanın sabahı olmayan şehirlerine inat gün doğuyordu gecenin uykuya yattığı yerden…

 Ayşe Ünsal

Ece Temelkuran | Muz Sesleri | Everest Yayınları | 2009 İstanbul | 277 sayfa





Düşünürken, susarken, özlerken, beklerken; tüm dünya, karşısına dikilen kadının gücüne şaşarken, ansızın yoruluverir kadın... 
Bir uykuya uzatmak ister kirpiklerini... 
Dilsizleşir, kısalır kalemi...
Yorulan her kadının kucağına dökülür elleri...

Bazen...


Ayşe.


Pazartesi, Ocak 2

Gördüğüme Sevindim | İclal Aydın


2005’te ilk basımı yapılan bir Ekim çocuğu ‘Gördüğüme Sevindim’
Başucu kitapları vardır ya hani ya da kitaplığınızda parmaklarınızın bilinçsizce üzerinde durduğu kitaplar; sık sık… Çekip alırsınız, daha evvel kaç kez bağdaş kurup oturduğunuzu hatırlamadığınız satırlarla yeniden konuşmaya başlarsınız… “Benden bahsediyor” serisi gibidir bazı kitaplar. İçerisinde size ait o kadar çok şey anlatır ki yazar bunları sizden ne vakit dinlemiştir, ne zaman kaleme almış da sizden daha etkili o tespitlere ne zaman varmıştır anlamazsınız… Öyle benimsersiniz o kitapları… Onlar artık yazarlarının aitliğinden çıkmış size ulaşmıştır.

Basıldığı yılın kışına denk gelen tanışmamızda üniversitedeydim. O zamanlar kalbim gibi titreyen ellerim kapaktaki gülen yüze uzanmıştı ısınmak istercesine… Bir gülüşün sıcaklığını o dönem nadiren bulduğum çevremde içimde bir ateş yakıp hem sıcağına hem de aydınlığına sokulduğum satırlarla o kış konuşmaya başladım…  “Benden bahsediyor” serisinin en huzur veren kitaplarından oldu sonra…
Öncesinde tanıştığımız kitapları gibi, yenisi eklendikçe büyük bir merakla okuttu kendini İclal Aydın… Söylediklerini duymak istedim hep; “kendimden ne haber” dercesine…
Şimdi bu yorumu okuyup “abartmışsın” diyen insanlar olabilir, tabii ki olacaktır çünkü kendimden bahsediyorum. Lakin benden daha fazlasını düşünenler de eminim vardır…
* * *

“Susulmuş, söylenmemiş çok şeyim var ömrüm boyunca. Oysa ne çok anlatıyor gibiyim…”
derken daha ‘İlk söz’den yorgunluğunuzu almaya başlar yazar… Çünkü ‘kelimeler bazen fazlasıyla keskindir, can acıtır ve kan döker…’Merhametli suskunlukları seçmenizi kimse buna yormasa da, okuduklarınız sizinle aynı hali paylaşan birilerinin daha olduğunu müjdeler… O satırlara öyle sarılırsınız… Anlaşılmak ne büyük nimettir!

{“Mutlu musunuz?” diyor babam birdenbire…
Aniden, durup dururken, yağmur yağarken, o gün günlerden pazarken..
“İclal, güzel kızım, mutlu musunuz?”}
Size de tanıdık geldi mi, hep umulmadık zamanlarda, hazırlıksız yakalayan bu soru? Kafanızın içinde ‘yarısı çözülmüş bulmaca gibi duran hayatınıza’ bakıp kendi kendinize soramadığınız sorulardan birini başka birinden ansızın duyduğunuzda, “Hay Allah, üzerime hırka da almamıştım” dedirten bir rüzgâra yakalandığınız oldu mu hiç?
“Sanki yere düşmüştüm, sanki kimse görmemişti, sanki avuçlarımın içi acıyordu, sanki ağlamamak için zor tutuyordum kendimi; derken işte tam da o sırada biri “Düştün mü küçük, bir yerin acıdı mı?” diye eğiliverdi sanki… Yumru yumru olmuş kalbime biri dokunuverdi…” diyordu yazar… İlk okuduğumda kitabın o sayfasına saklanmış bir gözyaşına rastlayıp çeviriyorum sayfayı…
{“kapımı kapattığımda bitmiyor dünya. (…)
Herkes bir başkasının hayatına seyirci, kendi ömrüne misafir durmuşken…
Nasıl bir şeydir mutlu olmak?
Kim mutlu ya da?
Kim bunun farkında veya?”}

* * *
Sizin yerinize hayatınız adına konuşan, kendi doğrularını sizin hayatınızda denemeye çalışanlar mutlaka olmuştur… Bir aile korumacılığıyla ya da bir dost merhametiyle… Zarar verdiklerinin de farkına varmadan üstelik… Söylediklerinizi duyurmak için sesinizi son raddesine kadar yükseltmek zorunda kaldığınız yine de anlaşılmanın kıyısından bile geçemeyip, deli akan kanınıza yorulan cümleler duyduklarının iddiasıyla kendilerince haklılıklarını savunmaya devam etmişlerdir… Olmuştur muhakkak…  Siz onlara defalarca İclal Aydın’ın şu satırlarını tekrarlamışsınızdır belki:
{“Yolculuğun nasıl geçtiğidir önemli olan…
“Nasıldı?”
“Güzel bir hayattı… Pişman değilim… Düştüm, kalktım, kavga ettim, sevdim, kaçtım, başardım, kaybettim… ama çok eğlendim… Üstelik hepsi benim tercihimdi!”}
Yolculuk bizimdir!’
* * *
{“İnsanları tanıdıkça daha az sever oldum.” Bu cümleye anlam vermek güçtü… Geriye saydıkça güçlüğü azaldı.} Katılmamak elde değil bazen… Sizce?
* * *
İnsan kendi verdiği sınavları en zoru sanır bazı zamanlarda. Sınavdan geçtiğini unutan tarafı kendinden başkasına kör olabilir… Düşünmek durdurulmuş bir eylemdir…  Şu satırlarla bu düşüncelerin yoğun bulutlarını dağıtabilirsiniz belki siz de:

{“Düşünsenize,” diyordu mayıs böceği, “belki evren sonsuzdur ve biz küçücüğüzdür…?”
Haklıydı… Karınca Z’nin geçmek istediği, gözünde büyüttüğü, uğruna onca şeye katlandığı ve okyanus sandığı su aslında Central Park’ta bir su birikintisiydi…
Dertlerimi düşündüm… Dert edindiğim şeyleri…
Geçmeye çalıştığım suları…
Suyun öbür tarafını ve büyük denizleri…
Mücadele ettiklerimi, yendim sandıklarımı ve yenilgilerimi…
Onaylasınlar diye çıktığım yolları, yoldan dönüşlerimi…
Doğru ya…
Evren sonsuzdu ve ben bir karınca kadar küçüktüm…
Neden büyüyordu ki hayat gözümde?
Kolumdaki karınca toprağa döndü… Bense Güneşe…}

* * *
{ Soylu olmak, birini severken can buluyor insan ruhunda… Bence, karanlıkta, aydınlıkta; onunla ve onsuzken de aynı kişi kalabilmektir soylu olmak…
Sevişirken ve özlerken ve beklerken aynı kelimelerle anlatabilmektir kendini… }

Aşk üzerine söylenmiş sözler, herkesin kendince yaptığı tanımlar, evrenselliğini tamamlayacak birer parçasını daha oluştururken Aşk’ın; İclal Aydın şu satırlarıyla destekliyor çoğumuzun aynı gözle gördüklerini:

{Aşk aslında başından beri “düşmesin” diye birinin elinden tutmak değil midir zaten?}

* * *
{"Kadın duştan çıktı ve masanın üzerine bırakılmış sandviçle bir fincan çayı gördü. Ekmeğin içi çıkarılmıştı. Kadın bunu fark edince ağlamaya başladı. “ Gülriz Sururi'nin son kitabı "Seni Seviyorum" un kahramanı Sahra satırlarda, kitabı okumakta olan bense yatağımda ağlıyorduk. Ekmeğin içi çıkmış diye. Onu seven adam bu detayı atlamamış diye. Böylece "seni seviyorum" dedi diye. (…) “Delice değil mi? Kadınsı bir sersemlik hatta! (…)
Bu delilik haliyle seviyor kadınlar. Ufacık, saçma sapan, saç telinden ince şeylere vuruluyor, oradan çıkıp savruluyorlar. O incecik şeyler yerle bir ediyor onları. Bu yüzden hiç anlamıyorlar "ne var bunda şimdi" diyenleri...} ‘Seni Seviyorum’un
milyonlarca halinden en az birkaçına denk gelenler,  bu satırları okurken gözlerinden nemli bulutların geçmesine izin verecektir eminim…

* * *
‘Keiner liebt mich!’ (kimse sevmiyor beni) bu yazıyı başından sonuna kadar okumanızı tavsiye ederim özellikle…
{Suskunluk bazen sevmeye pişmanlığımızı, bazen sevilmeye açlığımızı örtüverir usulca… Çnkü o an içerde bir yer kanamaya başlamıştır…}
* * *
Eksik bırakılanları tamamlayacağı umulan kitaplar vardır, söyledikleri zihnin ceplerinde taşınan; sizin üzerinize de bu hissi örtmüş olabilir yazılanlar, olmayabilir de... Bilmiyorum... Okumadıysanız tanışmanızı öneriyorum sadece..
Altı çizili satırlar arasından seçtiklerimi yazarın arka kapakta söylediklerini kendi içimde de duyarak bitirmek istiyorum.

'Beklemediğim anda karşıma çıkan ayrılıkları,
Aniden bastıran kışı,
Aynaya her baktığımda değişen kadını,
Mevsimler içinde mutlaka bir sevinç getiren yaz'ı.
Gülünce yüzleri bayram yeri olanları,
"Geçecek" diyerek yarama üfleyenleri,
Okuduğunu anlayanları,
Anlayıp da susanları,
Cesur olanları,
Yeniden başlayanları
Geride kalanları
Ve
Hayatın mutlak çoşkusunu,
Sizi,
Seni,
Her şeye rağmen üstelik

"Gördüğüme sevindim!


~Ayşe Ünsal ~


İclal Aydın | Gördüğüme Sevindim | epsilon yayıncılık | İstanbul | 2005 |200 sf.|
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...



Counters
Free Web Counter