Pazartesi, Ocak 23

~ Boşuna Yağmurlar ~



Bir dostun acısına…
Biz birbirimizi geçmişte anı olsun diye sevmedik…” En son bunu yazdı kadın ve ‘bir dünya devrildi titreyen çenesinde…’ Ki halen aklının evreninde dönüyordu sesler, sözler; sönmüş yıldızlar gibi bir bir gömülerek… Gittikçe bitmeyen yol gibi gelen acıların sonunu yürüyordu kadın… Gözyaşlarını emen kâğıtta toparladığı harfleri de, tıpkı toplamaya çalıştığı aşkı gibi dağılırken görerek…
Dağınık kalsın” dedi… Rüzgârı kapısını çarptı ardından bir kalbin… Geriye bir aşk boyu yerleştirilen sabır ve sessizlik dolu anılar kaldı…
* * *
Bir sabah uyandığınızda sol yanınızda bir boşluk eşlik edecek size bayım… Ardınız sıra gelen kadının ayak seslerini işitmeyeceksiniz artık… Hani bir gün nasıl olduysa ‘kaçan kovalanır’ diye başladığınız oyun tatlı gelmişti… Sahi neydi böyle davranmanıza sebep; hatırlamayacaksınız… Zamana güveneceksiniz tedirginlikle… “Nasılsa” diyeceksiniz yine… “Gidemez “ diyeceksiniz... “Aklından bile geçirmez…
Sahi size çok âşıktı değil mi? Adınızı söylerken yüzüne bahar gelirdi, hani herkesten daha fazlaydı adınızın anlamı onda; bildiğinizden bile çoktu… Çoğalırdı ve durmadan…  Sizinle kucaklamaya hazır sıkıntıları o çeyiz yapmıştı kendisine şimdiden… İki parmağınızı kavrardı hep elinizi tutarken… Sizin şarkınızdı söylerken ikinci nakaratını kulağınıza eğilip usulca mırıldandığı… Çayı dudak izinizden yudumlardı ve hep gelen iki şekerin biri size biri onaydı.  Tüm soğuk sıyrılıp düşüverirdi bedeninden; sarıldığınızda… Ve siz, dizine başınızı koyduğunuzda “huzur bu işte,” demiştiniz, elinizdeki küçük beyaz elini öperek… “Hiç kimsenin yağmurun bile, böyle küçük elleri yoktu…”
Biri kaybettiğiniz şeyi bulsun istiyorsunuz değil mi? Bakışlarını unuttuğu gözlerinizde arasanız da mı yok? Oysa size aitti bu umursamazlığın doğurduğu çocuk... Pişman mısınız bayım?

Sahi izin verdiniz mi gerçekten gitmesine? Yüreğinin üşümesine razı oldunuz mu? Ya onu başkalarının sevmesine? Uyandığınızda geç mi kalmıştınız “gitme!” demek için, ‘gitme noktasına’ gelen kadına “kal!” diyemediniz mi?’ Yaptığınız hatalar, verip de tutmadığınız sözler, sevgisini acımasızca harcadığınız zamanlar gelip de düğümlenmeyecek mi boğazınıza? Dilediğiniz zaman sarılıp öptüğünüz kadını hiç özlemeyecek misiniz? Karşınıza çıkardığı tüm güzellikleri görmezden gelip hatalarıyla mı avutacaksınız yoksa kendinizi?  Niçin susuyorsunuz!
O yanınızdayken bihaberdiniz geçen zamandan, başkalarına cömertçe harcadığınız vakitlerin kaçını koydunuz yerine geri? Hiç mi? Ne kadarını çaldınız peki ondan; hayatından, hayallerinden, umutlarından? Ne kadarını çaldınız inandıklarından? İnandıklarını aldığınızda ne kalırdı ki bir insandan? Matematiğiniz de mi zayıftı sizin duygularınız gibi…
Yetiyordu hani bir tek gülüşü içinizi ısıtmaya, iki cümle duysanız sesinden; mutluluktan uçan siz değil miydiniz? Hayatınızı dolduran en büyük güzellik değil miydi varlığı? Ne oldu, birden değişti mi bütün bunlar? Yetmedi mi size sunduğu aşk? Başkaları daha mı çok hak ediyordu şimdi kurduğunuz özenli cümleleri… O başı pencere pervazında saatleri yıl yıl yürürken, gözlerini bıraktığı uzaklardan bir türlü gelemeyen siz! Sizi böylesi bekleyen o kadına vicdanınız bu kadar mı sağırdı!
‘Yağmur’ olacaktı kızınızın adı; siz koymuştunuz… Şimdi gökyüzünün gözyaşlarını tutmaya gücünüz var mı?
Vicdanınız mı daraldı yoksa bayım? Hafızanızı mı kaybettiniz? Yüzünüzü kapattıkça küçülüyor mu elleriniz?Hiç bitmeyecek”li cümleleriniz neden küf kokuyor artık? Bu kadar mı yabancıydınız kendinize? Kalbinizin duvarlarında atan sesleri duyuyor musunuz? İzin veridiniz mi gitmesine? Yüreğinin üşümesine razı oldunuz mu? Ya onu başkalarının sevmesine? “Gitme, kal!” diyemediniz mi? Kime ait olduğunuzu ne çabuk unuttunuz?
Şimdi boğazınıza atılacak daha kaç günlük kaç düğüm var? İçinizden dökülüyor mu bütün çekmeceler?
Ellerinizin arasında küçüldü dünya bir sus payı…
Ve bir gün gitti kadın… Size cevaplanması mümkün olmayan sorular bıraktı…
             *   Hayal Bilgisi Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi | 6   *

Ayşe ÜNSAL          

Çarşamba, Ocak 18

geçmiş zaman cümleleri..



Birikti.. birikti yazdıklarım… Sıranın sonuna geçmiştim sanki... ya da her gelen önüme geçiyordu…
Ben ellerimdekilere bakıp hevesle gülümserken; hala çocuktum… Büyümeyi elimin belki de hiç uzanamayacağı yarınlara erteleyen… Çocukluğuma versinler diye değildi yaşıma küçük gelişim… Heveslerimi almasınlar istedim elimden…inandıklarım hep çok kalsın…
Hayal edebilmeyi, dünyayı, insanları anlamayı başarabileyim, buna zaman bulabileyim diye ufalıyordum… Büyüklerin zamanı hiç yoktu çünkü, hele de sevdiklerine…
Ufaldıkça azarlanıyordum da üstelik… Azarlandıkça dökülüyordu kalbim… Acılarını sıyırmak istercesine kabuğunu döküyordu durmadan…



Ayşe.

Cumartesi, Ocak 14

dilsiz cümleler..




Başladığım cümleler var başkalarının sesleriyle kesilen… sesim kesikler içinde…
Kimsenin sözünü kesmeyeyim diye dilimden düşüp kırılan kelimelerim var…
Sesim de sessizliğim de bölündü… yarım bırakılmış uykular gibi yastıkta…
Kabusların dişlerinden aldığım kadar iyi hissedebiliyorum kendimi… 


Ayşe.

HAYAL BİLGİSİ SAYI 6 | OCAK 2012

EDEBİYAT SOKAKTAKİ İNSANIN NE İŞİNE YARAR?

Değerli Hayal Bilgisi Okurları,

Bu sayımızın bir önsözü bir de sonsözü var. İlerleyen satırlarda bunun nedenini okuyacaksınız.

Hayal Bilgisi yeni bir yolculuğa daha koyuluyor 6. sayısı ile. Hiç şüphesiz, her yeni sayı ile birlikte, taşıdığımız yük de büyüyor. Sorumluluklarımız artıyor. Dergimize ulaşan her yazıyı büyük özen göstererek değerlendiriyoruz. Bütün yazıları dikkate alıyor ve dergimize bu vesileyle değer veren, vakit ayıran herkese mümkün mertebe yanıt vermeye çalışıyoruz. Bu noktada, kapılarını ‘edebiyata’ kapamış onlarca edebiyat dergisinden çokça farklı bir iş yapıyoruz.

Hayal Bilgisi’ni doğuran nedenlerden biri ve aslında en önemlisi şuydu. Yazılarımızla, emeğimizle dahil olduğumuz birçok dergi, dergiciliğe dair çok fazla olumsuz örnek ile çıktı karşımıza. Edebiyatın bir ‘edepli olabilme/edepli kalabilme’ sanatı olduğunu unutan editörler ve yayın yönetmenleri tanıdık. Maruz kaldık ne yazık ki.

Biz adına edebiyat dediğimiz değeri, ‘düşünebilme yeteneğimizin’ bir dışavurumu olarak görüyoruz. Ve bu nedenle de kalemlerimiz; doğrudan, insanı konu alıyor, insana dair çözüm önerileri sunuyor okuruna. Her gün sonsuz kez tekrarlanan bir kötülükler yumağı olarak görmüyoruz hayatı, insan hayata yalnızca olumsuzluklar katmıyor. Ama doğrudan insan ürünü olan ve gözyaşlarımızı hedef alan çok fazla şey yaşanıyor dünyamızda. Biz, sessiz kalamıyor; görmezden gelemiyoruz. Özlemlerimiz şiir güzelliğinde vücut buluyor sonra, bir öykü ya da bir mektup… Ama en nihayetinde, kimsesiz bırakmıyoruz eserlerimizi; her şiir bir yetim sahipleniyor misal, her mektup, bir yalnızı…

Ötekileştirdikleri herkesi ‘sokaktaki insan’ olarak gören ‘edebiyatçılar’ var. Bu nedenle, ‘Edebiyat sokaktaki insanın ne işine yarar?’ diye sorduk bu sayımızda. İstedik ki; bu dergi sahibi/yazarı edebiyatçılar, edebiyatın ‘egolarından’ ibaret olmadığını, ‘sokaktaki insanın’ edebiyatı güzelleştirdiğini fark etsinler.

Edebiyat yapmayıp, edebiyat hakkında konuşan malum ‘edebiyatçılara’, editörlere, yayın yönetmenlerine bir tepkidir artık Hayal Bilgisi! Buyrun, Hayal Bilgisi’nde hepimize yetecek kadar EDEBİYAT var.

Müştehir Karakaya ile Söyleşi (Cihat Albayrak), Hakan Bilge, Emine Köseoğlu, Müzeyyen Çelik, Emre Gürkan Kanmaz, Nurullah Yardımcı, Yelda Karataş, Cihat Albayrak, Ayşe Ünsal, Mehdi Akan, Gülşen Çağan, Umut Pusat, Esra Pak, Ervin Jahic | Elyad Musevi | Granaz Musevi (Çeviren: Nihan Işıker) Serap Orhan, Hakan Kartal, Mehmet Türkmen, Nur Banu Bahçeci, Nergihan Yeşilyurt, Emin Arı, İlknur Karanfil, Leyla Arsal, Şakir Taş, Mesut Gül, Yasin Altunbay, Serkan Engin, Ayşenur Mucan Olcars, Aziz Küçük, Metin Dikeç

İlerleyen sayfalarda mutlaka size hitap eden bir yazı ve yazar ile tanışacaksınız.  Gelecek sayıda buluşmak üzere… İyi okumalar.                           
 
SONSÖZ

Değerli Okurumuz,

Hayal Bilgisi Van Erciş merkezli bir dergi. 23 Ekim 2011’de yaşanan deprem, Van ve Erciş için büyük bir yıkıma yol açtı. Yaşananlar herkesin malumu. Böylesine şiddetli bir deprem, hiç şüphesiz, binalarda olduğundan daha büyük yaralar açtı insanlarda.

Hayal Bilgisi, yaklaşık 4 aydır okurunun karşısında değil. Kasım’da çıkması gereken sayımız, deprem nedeniyle çıkmadı. Dergi taslağımız ve birçok dokümanımız kayboldu. Sponsor firmalarımızın bir kısmı tamamen yıkıldı. Uzun süre internet bağlantımız dahi yoktu. Bu günlerde çok okuduk, çok yazdık. Çadırda geçen iyi ay, geceler bu şekilde geçti. Hayatlarımızı normale döndürmek için çok çabaladık. Buradaki insanlara çeşitli konularda elimizden geldiğince yardımcı olmaya çalıştık.   

En büyük yıkıma uğrayanların çocuklar olduğunu düşünüyoruz biz. Bu nedenle, Kurban Bayramı’nda, Kitap Bayramı projesini gerçekleştirip yüzlerce çocuğa kitap hediye ettik.

Depremde 6. sayımız basıma hazır halde olmasına rağmen kayboldu. Hiç şüphesiz, böyle bir felaketten sonra, dergi içeriğinin tümüyle yaşananlarla ilgili olması gerekirdi. Ancak, 6. sayı için seçilen yazıları yok sayamazdık. Bu nedenle, elimizdeki yazıların dizgisini yeniden yaptık ve önsüzümüz dahil, depremden hemen önce olduğu haliyle yeni sayımızı yayınlıyoruz.

Derginin tüm gelirleri ile depremzede çocuklara çocuk kitapları ve boyama kitapları alınıp hediye edilecek.

Derginin basım maliyetini karşılayan değerli edebiyatseverlere minnettarız.

İnşallah, Hayal Bilgisi okurunun desteği, yazarlarının özverisiyle yolumuza ara vermeden devam edeceğiz.

Deprem sürecinde bizi arayarak ya da mesaj göndererek yanımızda olduklarını hissettiren herkese teşekkür ediyoruz.

Böyle bir afetin bir daha yaşanmaması dileğiyle.

Hayal Bilgisi Dergisi Yayın Yönetmeni
[Cihat Albayrak]


Cuma, Ocak 13

Muz Sesleri | Ece Temelkuran




“Hakikât tozdaydı gördüm…
Pencereyi açtım. Evin içine yığılan rüzgâr, 2006 sonbaharının sonsuz sayıda elleriydi…”
Kitap bu cümlelerle başlıyordu. Ben Muz Sesleri’nin pencerelerinden baktığımdaysa takvimler 2010 yazının sıcağıyla terliyordu…

Hayatımda anlatırken hiç bu kadar çelişkide kaldığım bir kitapla karşılaşmadım sanırım. Çünkü bu kitaba kadar okuduklarıma ya “sevdim” derdim ya da “sevmedim”… Ya başladıktan sonra su gibi akıp giden satırlarda kaybolurdum ya da artık eskisi gibi bitirmekte ısrar etmediğim bir buhrana dönüştüyse kapatır bir kenara kaldırırdım. “Sevdin mi bu kitabı? Nasıldı?” diye soruyorsunuz şimdi bana; bu bakışlar onu ifade ediyor. Şimdi ben size ne diyeyim! Uzayıp gidecek bir cevaba tutuldunuz! Buyrun!


Her kitabın okuyucusu kadar farklı dili vardır. Herkes kendi kapısından buyur eder hikâyeyi ya da çıktığı kapıdan yürüdüğü kaldırımlar, kendi gözleriyle gördüklerini taşır benliğine… Karşılaştığı kahramanları hayatına dahil olacak bir dosta dönüştüren de, karşısında duracak düşman olarak nitelendiren de yine kendisidir.


Kendi dilimden anlatacak olursam velhâsılı, ben ne kadar buyur ettiysem evimde misafir edebileceğim bir hikâyeyle tanışamadım… Hadi evime gelmedi, o da beni kolumdan tutup sürüklemedi Beyrut sokaklarında… Geceleri illa ki uyumadan önce birkaç sayfa okumalıyım dediğim ve sayfalarına daldıktan sonra “aaa saat kaç olmuş!” diye hayrete düştüğüm bir uyku öncesine sebep olmadı… Sayesinde hiç uykusuz kalmadım yani. “Eee sonra ne oldu?” diye merakla çevirmedim bir diğer sayfayı… Hevesle başına oturmadım. Kahramanlarla da bir türlü samimiyet kuramadım.
 Ben Muz Sesleri’nde hikâyeden çok Ece Temelkuran’ı dinledim… Anlatılandan çok anlatılma şekline hayran kaldım, sevdim… Karşılıklı sohbet ortamı olsa, sık sık fikir çatışması yaşayacağım bu kadının kurduğu cümleleri elimde kalem takip ettim. Samimiyet kuramadan biten kitabın sayfalarını aralasanız, altı çizili satırlarda kaybolursunuz! İşte benim de çelişkiden kastım buydu!

 


Bu kadın öyle güzel cümleler kuruyor ki, “tamam,” diyorsun “bu daha güzel tasvir edilemezdi, daha yakından bakılamazdı bir duyguya”. Yazarken karakterlerin her birinden yeniden doğar gibi anlatıyor Ece Temelkuran. En çok kadınların ruhunda aynaya bakıyor… Acıdan süzülürken acıya bulaştırıyor elinizi yüzünüzü. Parça parça tamamlanmayı bekleyen duygular oluşturuyor benliğinizde. Sanıyorsunuz ki kitap bittiğinde bütün tamamlanacak, sizden bir hikâye çıkacak. “Hiç olmayı dene, asıl hikâye orada başlıyor.” dediğinde anlamalıydım aslında…

Beni kitapta en çok etkileyen kısım mektuplardı… Diğer yarısını, eşini savaşın göbeğinde kaybeden bir babanın kızına annesini anlattığı, savaşı, acıyı, ölüme bakarak yaşamı, kadına bakarak hayatı, aşkı, çaresizliğe bakarak umudu geleceğe ertelediğini anlattığı mektuplar…
“Belki sana bu mektubu yazarken, kendimi geri çağırıyorum.” Diyordu ve devam ediyordu:
“Sanırım sana mektup yazmak ruhuma gövdemden başka bir ev kurmaya yarıyor. Temiz ve yarasız bir ev. Çünkü artık hiçbir şeyin parçası olmak istemiyorum.'' diyordu Dr. Hamza Şatila Kampı, Beyrut’tan…
Ben sık sık karıştırdım daha sonra, bunları yazan Dr. Hamza mıydı? Bu duyguları bir insana giydirerek okuyamadım… Her seferinden karakterden taştı anlatılanlar. Belki de savaşın insanlarını anlatmak böyle bir şeydi…  Yazarın, “Uyku gibi yumuşak, kan kadar ılık bir gürültü kucağı” dediği savaşı da… Bir kişinin sahipleneceği hikayeler doğuramıyordunuz. Acının şekli bütün insanlarının bedenine oturuyordu…

“Acı, insanları gövdelerinin dışına kaçırır. Acının gövdelerinden geçmesini beklemek için etlerinden gider insanlar, bazıları bir daha hiç geri dönmezler. (…) Ruh, böyle yas tutar. Gövdeden giderek. Ruh bir gün acısı geçtiği için değil, gidecek başka yeri olmadığı için geri döner.”

Ve ölümle dolu hikâyeler için hiçbiri çok küçük değildi. Alışılagelmiş bir son gibi, korkudan sıyırıvererek anlatılıyordu: “Ama bil ki ölüm o kadar korkunç bir şey değil aslında. Hatta önemsizleşiyor. ‘Eğer o kadar insan yapabildiyse ben de yapabilirim,’ diyorsun. (…)
Haklıydı, insanlara bakmayı unutmazsan aslında, hiç korkmazsın.”

Ve “insanlar çok yalnızken, bir tane daha doğuruyorlardı kendilerinden içlerinde, ‘Korkma,’ desin diye…


Sözü aşka düşürürken de herkese aralanan kapı aynıydı: “Bir insan bir insanda başka bir hayatın kapısını görünce aşık olur. Ne mutluluktur öte yandaki, ne de tadıyla meraklandıran bir acı. Aşk diye buna denir: bir insan bir insanda tekinsiz bir ev görür. Ben annende öyle bir kapı, öyle bir ev gördüm.(…) İnsan, yarası yarasına denk geleni seviyor demek ki…

Ve yaranın içinde iyi oluyordu insanlar…

*“İnsan niye kendini en yaralayacak yere gider, niye kalır orada, annenin yüzüne baka baka anladım.(...) Kimilerimiz böyle, yaranın tam ortasında tedavi olabiliyor. Yara çünkü, en canlı yeridir gövdenin. Hareket oradadır. Can tam yaradadır. Biz yani kimilerimiz, kan gibiyiz. Yaranın olduğu yere doğru akıyoruz. Başka türlü akmayı bilmiyoruz. Dünyanın canı neresinden yanıyorsa başkent orası."


Yaşamak denince akla susmak geliyordu belli coğrafyalarda.Yaşayanlar anlatmaz, gidenler daha dilli olur. Yaşamak çünkü bize en çok susmayı öğretir. Birlikte yaşamak birlikte susmayı öğretir. Susup acı bir şaka yapmayı…”diyorlardı. Kendi hayatlarımızda bambaşka anlamlarda yüzecek cümleler sıra sıra ilerlerken savaşın içinde doğmayı, yaralanmayı, yarasına dilsizlik basıp iyi olmayı uman insanlara elimizin hiç uzanamadığını duyuyorduk sadece…

Evin ne demek olduğunu da onlardan öğreniyordunuz… Ece Temelkuran diyordu ki, buradaki insanların tek evi diğer insanlar… Birini kaybedince bu yüzden birini kaybetmezsin sadece, evin de gider.(…) Birlikte yaşanan hikayeler insanları birbirinin evi yapar.”
Ev kelimesi o zaman bu zamandır benim için de başkadır…
* * *

 Ve en çok kadını anlatırken pusulamız aynı yönü gösteriyordu…

"Kadında zaman geçmez. Sakın günün birinde iyileşmek için zamana güvenme."  ‘Hiç beklenmedik bir anda zamanda yolculuğa çıkartacak, o yarayı aldığınız güne, saate, yere götürebilecek bir sebebe çarpıverebilirsiniz’in en kısa anlatımı olmalıydı bu. Kendi içinizde saklı kalan bohçaların yaraya dönüşebileceğini ve bunlar açıldığında neler hissedebileceğinizi de size önceden anlatıyordu sanki.
Kadınları anlatmaya devam ediyordu… Dinliyordum… Elimde mor bir kalemle anlattıklarının altını çizerek.

“Çakıl taşı gibiydi çünkü annen; kamptaki kimsenin daha önce görmediği türden bir çakıl taşı. Durmuştu.  Kanı bile durmuştu.  Kadınlar bu işlerden anlarlar, kanı elleriyle ısıta ısıta yeniden akıtırlar. Öğrenmezler, kadınlar avuçlarının içinde bu bilgiyle doğarlar. Küçük kız çocukları bu yüzden hep tedavi edecekleri bir şey ararlar.”

“Bir kadının boynu en uzun cümlesidir. Sessiz, beyaz, uzayıp giden ama hep konuşan bir cümle.”

“Kadınlar doğurduklarında, her şey çıktığında içlerinde, bir tek gözyaşı dökerler. O gözyaşı, gözün içinde gülerek çoğalır.(…)
Sen gelir gelmez boynunun kokusu değişti annenin. Bir de ayakta duruşu. Tam anlatamam nasıl bir şey olduğunu ama ağırlık merkezini bulmuş gibi duruyordu. İki ayağıyla basıyordu dünyaya artık. Kadınlar çocuk doğurunca böyle bir şey oluyor. Tamamlanmak gibi değil. Dengelerini buluyorlar ve yerleşiyorlar dünyaya. Belki biraz senin de annen oluyorlar artık, o yüzden böyle sağlam görünüyorlar erkeklerin gözüne.”

“Adını annen koydu, memleketini özlediği için. Gözlerini ben koydum yüzüne: Toprak rengi, çünkü Filistin!”


* * *

“Ben savaşla böyle başa çıkıyorum çünkü. İçinden çıkmayarak. Delirmemek için, içinde kalıyorum bu savaşın.”


Bu satırlar Beyrut’ta yazılırken; biz sıcak evimizde huzursuzluk diye gözümüzde büyüttüklerimizle sabırda fakirleşirken, ‘ delirmemek için savaşın içinde kalan insanlar’ı düşündüm… Hala yaşıyorlar… Hayatlarında kaç ölümü ansızın kucakladıklarını ya da kucaklayacaklarını bilmeden…


Ben bu yazıyı tamamlarken, dünyanın sabahı olmayan şehirlerine inat gün doğuyordu gecenin uykuya yattığı yerden…

 Ayşe Ünsal

Ece Temelkuran | Muz Sesleri | Everest Yayınları | 2009 İstanbul | 277 sayfa





Düşünürken, susarken, özlerken, beklerken; tüm dünya, karşısına dikilen kadının gücüne şaşarken, ansızın yoruluverir kadın... 
Bir uykuya uzatmak ister kirpiklerini... 
Dilsizleşir, kısalır kalemi...
Yorulan her kadının kucağına dökülür elleri...

Bazen...


Ayşe.


Pazartesi, Ocak 2

Gördüğüme Sevindim | İclal Aydın


2005’te ilk basımı yapılan bir Ekim çocuğu ‘Gördüğüme Sevindim’
Başucu kitapları vardır ya hani ya da kitaplığınızda parmaklarınızın bilinçsizce üzerinde durduğu kitaplar; sık sık… Çekip alırsınız, daha evvel kaç kez bağdaş kurup oturduğunuzu hatırlamadığınız satırlarla yeniden konuşmaya başlarsınız… “Benden bahsediyor” serisi gibidir bazı kitaplar. İçerisinde size ait o kadar çok şey anlatır ki yazar bunları sizden ne vakit dinlemiştir, ne zaman kaleme almış da sizden daha etkili o tespitlere ne zaman varmıştır anlamazsınız… Öyle benimsersiniz o kitapları… Onlar artık yazarlarının aitliğinden çıkmış size ulaşmıştır.

Basıldığı yılın kışına denk gelen tanışmamızda üniversitedeydim. O zamanlar kalbim gibi titreyen ellerim kapaktaki gülen yüze uzanmıştı ısınmak istercesine… Bir gülüşün sıcaklığını o dönem nadiren bulduğum çevremde içimde bir ateş yakıp hem sıcağına hem de aydınlığına sokulduğum satırlarla o kış konuşmaya başladım…  “Benden bahsediyor” serisinin en huzur veren kitaplarından oldu sonra…
Öncesinde tanıştığımız kitapları gibi, yenisi eklendikçe büyük bir merakla okuttu kendini İclal Aydın… Söylediklerini duymak istedim hep; “kendimden ne haber” dercesine…
Şimdi bu yorumu okuyup “abartmışsın” diyen insanlar olabilir, tabii ki olacaktır çünkü kendimden bahsediyorum. Lakin benden daha fazlasını düşünenler de eminim vardır…
* * *

“Susulmuş, söylenmemiş çok şeyim var ömrüm boyunca. Oysa ne çok anlatıyor gibiyim…”
derken daha ‘İlk söz’den yorgunluğunuzu almaya başlar yazar… Çünkü ‘kelimeler bazen fazlasıyla keskindir, can acıtır ve kan döker…’Merhametli suskunlukları seçmenizi kimse buna yormasa da, okuduklarınız sizinle aynı hali paylaşan birilerinin daha olduğunu müjdeler… O satırlara öyle sarılırsınız… Anlaşılmak ne büyük nimettir!

{“Mutlu musunuz?” diyor babam birdenbire…
Aniden, durup dururken, yağmur yağarken, o gün günlerden pazarken..
“İclal, güzel kızım, mutlu musunuz?”}
Size de tanıdık geldi mi, hep umulmadık zamanlarda, hazırlıksız yakalayan bu soru? Kafanızın içinde ‘yarısı çözülmüş bulmaca gibi duran hayatınıza’ bakıp kendi kendinize soramadığınız sorulardan birini başka birinden ansızın duyduğunuzda, “Hay Allah, üzerime hırka da almamıştım” dedirten bir rüzgâra yakalandığınız oldu mu hiç?
“Sanki yere düşmüştüm, sanki kimse görmemişti, sanki avuçlarımın içi acıyordu, sanki ağlamamak için zor tutuyordum kendimi; derken işte tam da o sırada biri “Düştün mü küçük, bir yerin acıdı mı?” diye eğiliverdi sanki… Yumru yumru olmuş kalbime biri dokunuverdi…” diyordu yazar… İlk okuduğumda kitabın o sayfasına saklanmış bir gözyaşına rastlayıp çeviriyorum sayfayı…
{“kapımı kapattığımda bitmiyor dünya. (…)
Herkes bir başkasının hayatına seyirci, kendi ömrüne misafir durmuşken…
Nasıl bir şeydir mutlu olmak?
Kim mutlu ya da?
Kim bunun farkında veya?”}

* * *
Sizin yerinize hayatınız adına konuşan, kendi doğrularını sizin hayatınızda denemeye çalışanlar mutlaka olmuştur… Bir aile korumacılığıyla ya da bir dost merhametiyle… Zarar verdiklerinin de farkına varmadan üstelik… Söylediklerinizi duyurmak için sesinizi son raddesine kadar yükseltmek zorunda kaldığınız yine de anlaşılmanın kıyısından bile geçemeyip, deli akan kanınıza yorulan cümleler duyduklarının iddiasıyla kendilerince haklılıklarını savunmaya devam etmişlerdir… Olmuştur muhakkak…  Siz onlara defalarca İclal Aydın’ın şu satırlarını tekrarlamışsınızdır belki:
{“Yolculuğun nasıl geçtiğidir önemli olan…
“Nasıldı?”
“Güzel bir hayattı… Pişman değilim… Düştüm, kalktım, kavga ettim, sevdim, kaçtım, başardım, kaybettim… ama çok eğlendim… Üstelik hepsi benim tercihimdi!”}
Yolculuk bizimdir!’
* * *
{“İnsanları tanıdıkça daha az sever oldum.” Bu cümleye anlam vermek güçtü… Geriye saydıkça güçlüğü azaldı.} Katılmamak elde değil bazen… Sizce?
* * *
İnsan kendi verdiği sınavları en zoru sanır bazı zamanlarda. Sınavdan geçtiğini unutan tarafı kendinden başkasına kör olabilir… Düşünmek durdurulmuş bir eylemdir…  Şu satırlarla bu düşüncelerin yoğun bulutlarını dağıtabilirsiniz belki siz de:

{“Düşünsenize,” diyordu mayıs böceği, “belki evren sonsuzdur ve biz küçücüğüzdür…?”
Haklıydı… Karınca Z’nin geçmek istediği, gözünde büyüttüğü, uğruna onca şeye katlandığı ve okyanus sandığı su aslında Central Park’ta bir su birikintisiydi…
Dertlerimi düşündüm… Dert edindiğim şeyleri…
Geçmeye çalıştığım suları…
Suyun öbür tarafını ve büyük denizleri…
Mücadele ettiklerimi, yendim sandıklarımı ve yenilgilerimi…
Onaylasınlar diye çıktığım yolları, yoldan dönüşlerimi…
Doğru ya…
Evren sonsuzdu ve ben bir karınca kadar küçüktüm…
Neden büyüyordu ki hayat gözümde?
Kolumdaki karınca toprağa döndü… Bense Güneşe…}

* * *
{ Soylu olmak, birini severken can buluyor insan ruhunda… Bence, karanlıkta, aydınlıkta; onunla ve onsuzken de aynı kişi kalabilmektir soylu olmak…
Sevişirken ve özlerken ve beklerken aynı kelimelerle anlatabilmektir kendini… }

Aşk üzerine söylenmiş sözler, herkesin kendince yaptığı tanımlar, evrenselliğini tamamlayacak birer parçasını daha oluştururken Aşk’ın; İclal Aydın şu satırlarıyla destekliyor çoğumuzun aynı gözle gördüklerini:

{Aşk aslında başından beri “düşmesin” diye birinin elinden tutmak değil midir zaten?}

* * *
{"Kadın duştan çıktı ve masanın üzerine bırakılmış sandviçle bir fincan çayı gördü. Ekmeğin içi çıkarılmıştı. Kadın bunu fark edince ağlamaya başladı. “ Gülriz Sururi'nin son kitabı "Seni Seviyorum" un kahramanı Sahra satırlarda, kitabı okumakta olan bense yatağımda ağlıyorduk. Ekmeğin içi çıkmış diye. Onu seven adam bu detayı atlamamış diye. Böylece "seni seviyorum" dedi diye. (…) “Delice değil mi? Kadınsı bir sersemlik hatta! (…)
Bu delilik haliyle seviyor kadınlar. Ufacık, saçma sapan, saç telinden ince şeylere vuruluyor, oradan çıkıp savruluyorlar. O incecik şeyler yerle bir ediyor onları. Bu yüzden hiç anlamıyorlar "ne var bunda şimdi" diyenleri...} ‘Seni Seviyorum’un
milyonlarca halinden en az birkaçına denk gelenler,  bu satırları okurken gözlerinden nemli bulutların geçmesine izin verecektir eminim…

* * *
‘Keiner liebt mich!’ (kimse sevmiyor beni) bu yazıyı başından sonuna kadar okumanızı tavsiye ederim özellikle…
{Suskunluk bazen sevmeye pişmanlığımızı, bazen sevilmeye açlığımızı örtüverir usulca… Çnkü o an içerde bir yer kanamaya başlamıştır…}
* * *
Eksik bırakılanları tamamlayacağı umulan kitaplar vardır, söyledikleri zihnin ceplerinde taşınan; sizin üzerinize de bu hissi örtmüş olabilir yazılanlar, olmayabilir de... Bilmiyorum... Okumadıysanız tanışmanızı öneriyorum sadece..
Altı çizili satırlar arasından seçtiklerimi yazarın arka kapakta söylediklerini kendi içimde de duyarak bitirmek istiyorum.

'Beklemediğim anda karşıma çıkan ayrılıkları,
Aniden bastıran kışı,
Aynaya her baktığımda değişen kadını,
Mevsimler içinde mutlaka bir sevinç getiren yaz'ı.
Gülünce yüzleri bayram yeri olanları,
"Geçecek" diyerek yarama üfleyenleri,
Okuduğunu anlayanları,
Anlayıp da susanları,
Cesur olanları,
Yeniden başlayanları
Geride kalanları
Ve
Hayatın mutlak çoşkusunu,
Sizi,
Seni,
Her şeye rağmen üstelik

"Gördüğüme sevindim!


~Ayşe Ünsal ~


İclal Aydın | Gördüğüme Sevindim | epsilon yayıncılık | İstanbul | 2005 |200 sf.|
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...



Counters
Free Web Counter