Çarşamba, Aralık 10

İnsanlığa Açık Mektup


                        Sevgili insanlık,
Nasılsın? Nasıl hissediyorsun kendini? Dünya döndükçe dönmek nasıl bir duygu merak ettim…
Akrabayız seninle bilirsin, bazen kardeşiz. Düşman olduğumuz da olur, dost olduğumuz da. Bir bıçağın iki ucu gibi sırt sırta verdiğimiz de… Sen beni kesersin bazen, ben seni yok sayarım. Hatırlamam, hatırlamak istemem; sessizliğinde, bencilliğinde, umarsızlığında.
Hep öldüğümde uzanır elin. Tutamam. Yetişemeyeceğin yerlere uzanma insanoğlu. Uzanacaksan da kandırmadan yap zamanı. Sahi zamanının neresine tutturuyorsun ödünç akılları, senden beklenenleri, kulağına dolanları. Sen bu zamanın neresinden? Neyle meşgulsün? Neden hep geç’sin?
Dışarda kış bahar güneşiyle aldatıyor insanı. Çocuklar çığlık atarak topa vuruyor, duyuyor musun? Keşke hep böyle kalsaydın diyorum, eksilmeden yani, azalmadan, belki de bitmeden. Oysa sen şimdi, “yere düşünce kırılmayan bir oyuncak gibi, yuvarlanmaya alışmışsın,” öyle diyor şarkı. Senden bahsediyor. Büyüdükçe kaybettiğin köşelerinden. İyi ki büyüdün insanoğlu, iyi ki büyüyüp büyük büyük adamlar oldun. Bak dünyayı kurtardın! Hem de konuşarak! Lakin sanki eksik bir şey var, elin dilin kadar olamadı!

Dinlemeyi bilir misin? Akrabalarını dinlemeyi pek sevmezsin evet ya hayvanları, pencerenin önündeydi geçen yaz; şu kestirdiğin ağacı? Oysa için karanlık senin, bir ağacın kolları güneşini ne kadar saklar ki…
Kış geldi say. Bazen akşamları yatıya kalıyor, gündüzleri gitmesine aldanma. Kediler, köpekler, kuşlar… Çöplerine ne bıraktıklarını merak ediyor her gece.  
Sevgili insanoğlu,
Dünyaya çöpten bir kefen diktin. Madenler açtın, derin cepler dktin dünyaya; ürettiğin bütün acıları bu ceplere doldurdun. Altı milyar kilometre uzaktaki gezegenlere uzay araçları indirdin; duble yollar yaptın bencillikler arasına. Papağanlara konuşmayı, İsrailli çocuklara Müslüman öldürmeyi, muhafazakarlara isyan etmeyi, fillere hortumlarıyla resim yapmayı, elmalara kurtlara küsmeyi öğrettin.
Ormanların yerine suni çimler ve plastik ağaçlar diktin. Açlıklarını unutmaları için acı çekmeyi öğrettin akrabalarına. Kan, petrol ve gözyaşı dolu dilek balonları bıraktın gökyüzüne. Televizyon ve internetle iyi terbiye verdin çocuklarına. Sözünü dinledik.

Ey insan,
Saklayacağız senden ve bir milyon gözü olan şehirlerinden. Günahsız doğan çocukları saklayacağız. Radyasyon bulaştırmadığın tohumları. Adını koymadığın bütün gezegenleri, kirletemediğin içilebilir su kaynaklarını…
İnsan!
Silecek ve baştan yazacağız adına ‘medeniyet’ dediğin yalanı.

Ayşe Ünsal & Cihat Albayrak – Hayal Bilgisi

"Bir varmış, çok yokmuş."



“Bir varmış, çok yokmuş. Yokluğun ortasında gökten üç insan düşmüş.”diye girizgah yapıyor söze Markut. Sonra başlıyor Markut Fanzin Atölyesi’nin hikayesini anlatmaya. Gidecek yeri, yürüyecek yolu, söyleyecek sözü olmayan her insanın yüreğiyle ısınan bir ülkeden bir sığınaktan bahis açıyor başında ve siz okumaya başladıkça sığınıyorsunuz kelimelerine.
Sanki daha evvel karşılaşmışız gibi, sanki çoktandır buradalar gibi... Sayfalar aralandıkça güzelim yazılar ve şiirler karşılıyor sizi. Kapağında ilk yılının ilk sayısı olduğunu ne kadar ifade etse de yılların telaşını ve dünyanın dağınıklığını itinayla ve profesyonelce toplayan insanları buluyorsunuz içerde.
Markut’un editörü Selma Şipleme söze başlıyor ilk sayfada. Baştan sona altı çizili cümlelerle dolu dergide ‘Sosyal Sorumluluk Şeysi’ şiirinde işaretlenen mısraları tekrarlıyorum yazarken:

“kim bilir kimler emzirdi gözleriyle
yalnız süt annesine şımarır sardunya
şiirler çiçeklenince klişeleşir bilirim
tıpkı liman kolonyasıyla gidilen hasta ziyaretleri gibi” 
– dahası dergide gözlerinizin seyrinden öper.

Çaykovski Çayevi köşesine çekiliyorum sonra. Markut Fanzin Atölyesi’nden kahraman buluşmasına tanıklık ediyor gözlerim. Martı Jonathan’la Küçük Prens. En sevdiklerim. Sanki içten içe karşılaşmalarını istiyormuşum gibi. Öyle gerçek ve hevesle okuyorum. Yüzümde tebessüm uyandırıyorMarkut ve merak gideceğim sayfalara... Elbette sevdiğimiz kahramanlarımız dost oluyor. Ve şu satırlar düşüyor kırmızı kalemin çizdikleri olarak geriye.

“Uçmak yaşamak için ciddi bir sebep mesela…”
“İnsanlar arasında da yalnızdı insan. İnsanlar neyin peşinde olduklarını bilmeden ekspres trenlerine binip oradan oraya telaşla gidip geliyorlar.”
“Cehaletimizi kırabiliriz, becerilerimizi, yeteneklerimizi ve zekamızı kullanarak kendimizi bulabilir, kendimiz olabiliriz. En önemlisi özgür olabiliriz. Uçmayı öğrenebiliriz."

“Bu kadar kolay arkadaş edineceğimi hiç düşünmemiştim, yoksa burası cennet mi? diye sordu Jonathan. Halbuki cennet bir yer, bir mekan, bir zaman dilimi değildi. Öğrenmekti, mükemmellikti .”
“Jonathan sitem edere;” mantıklı ol lütfen. Dostluğumuz zaman ve mekanla sınırlıysa, zaman ve mekanı aştığımız an, kardeşliğimizin bitmesi gerekir. Zaman ve mekan kavramını aştığımıza göre istediğimiz an görüşebileceğimizi düşünmüyor musun?””
Arkasından Ramazan Sevin’in öyküsü geliyor. Herkesten geçebilecek bir hikayenin bambaşka bir anlatımıyla karşılaşıyorsunuz. Ayrıntılar önemlidir ve nasıl ifade ettiğiniz önemlidir başınızdan geçenleri. İlk cümleden “bu anlatımı çok seveceksin” diyor yazı. Çünkü şöyle başlıyor ve devam ediyor – fazla ipucu vermeden- (;
“O vakitler altımı ben ıslatırdım üstümü Allah. (…) Amaçsızca taşladığım meyve ağaçlarının henüz arkamdan beddua etmediği yitirilmiş zamanlar. (…) Naftalin kokulu sıcacık evlerimiz ve mahallemiz, Mercedes arabaların geçtiği lakin kalleşliğin pek geçmediği. (…) Abdest alıp cami önünde ezanı bekleyenlerin düşük faizli kredileri konuşmadığı. (…) Herkes gidiyordu, elektrikler dahil. (…) Çocukluktan mezun oldum üç sınıf atlayarak. (…) İnançları elbise askısında unutulmuş kalabalıklar. Sonra mutfaktaki musluktan damlayan birkaç damla gözyaşını görünce dayanamadım bıraktım kendimi. O bile ağlıyorsa dedim. (…) Yalnızlığım rüküş, eşkalim çirkin, bedenim zayıf, sözlerim yalınayak ve gözlerim çıtkırıldım.”

Bu güzelim hikaye anlatımını Stefan Zweig’in biyografine çevirdiğim sayfayla kapatıyorum. RadyodanYalın’ın sesi geliyor. Kedim yanımda ne yaptığımı merak ediyor. Telefon molası giriyor araya, babam dişçideymiş bugün, annem henüz yeni yemek yiyebiliyor. Anneannem hayal dünyasından memnun, dışardaki dünyaya karşı bir savunma geliştirmiş durumda. Hayatımın incelikli insanlarını telefonu kapattığımda Stefan Zweig’in ruhuyla tanıştırıyorum sanki. Belki de şimdiye kadar böylesi okuru içine çeken, sıkmadan, en yalın ve en gerekli haliyle bir biyografi okumadığımı farkediyorum. İntihar etmeden önce Petropolis Valisi’ne hitaben yazdığı incelik dolu mektupla başlıyor Zweig’in hikayesi. Ardından karısı Lotte ile birlikte içeceklerine zehir karıştırarak ayrılıyor dünyadan. Öncesinde karısı kendisinden onu sevdiğini duymak istiyor, kalan içeceği yudumlayıp ve yanyana uzandıkları yataklarında ölüme yürüyorlar. Dünyaya tahammül edemeyen iki insan. Bana Uğultulu Tepeler'i hatırlatıyor nedense. Belki de Hiçkılif ve Ketrin’in mezarlarının yüzyüze bakması gelmiştir aklıma. Savaşlar çok şey değiştirir o zamanlar, bunu dönemin tüm yazarlarında okuduğumuz gibi. Lakin en çok savaş öncesi anlatımı çekiyor dikkatimi. Zira şöyle diyor yazıda:
“1. Dünya Savaşı öncesinde Viyana’da bir adam sabah gazetesini eline aldığında bakacağı ilk sayfa politika yahut ekonomi sayfası değil kültür sanat sayfası olurdu. Tiyatroya, müziğe oldukça önem verilir, sanatsal etkinlikleri herkes ilgiyle takip ederdi. Viyana kahvehanelerinde bütün Alman gazeteleri, belli başlı edebiyat dergileri bulunurdu.”  İleriye gitmemiz gerekiyordu diye düşünüyorum eskiye dair ne okusam, sonra içim acıyor…
Sonra Rilke’nin nadir dostlarından birinin de Zweig olduğundan bahsediyor yazı. Üniversite başında ilk şiir kitanını yayınladığından lakin ikinci kitabını yayınlarken birincisi için, okulda birkaç sınıf aşağıya gönderlmiş gibi hissetmesinin pişmanlığından da bahsediyor. Sonrasında şu haklılığından yıllar geçsede ödün vermeyen cümlelerle bitiyor: “Doğruluğuna inandığı tüm değerlerin insanlığın elinde yok edilişini gören Stefan Zweig’in yapabileceği tek şey kalmıştı artık; bir veda mektubı yazarak dünyaya gözlerini kapatmak…”
Aslında altını çizdiğim onlarca satır var lakin şu an vazgeçiyorum buraya taşımaktan hepsini. Çünkü baştan sona okunsun istiyorum. Beni ve eminim okuyan her kişiyi, hafızalarına rahatlıkla yerleştirecekleri, anlayacakları ve anladıkları için daha çok sevecekleri bir Zweig’le tanıştırdıkları için teşekkür ediyorumMarkut Fanzin Atölyesi’ne.

Hasibe Aydın’ın zekasıyla örülü farklı bir deneme gülümsüyor yan sayfadan. “Geometri Bilmeyenler Okumasın” diyor Hasibe Aydın konunun başında. Kırmızı kalemimi elimden düşürmeden çiziyorum altını şu cümlelerin:

“*Duvarlara şiirler çizelim.
*…kafamızdaki soruları anlatalım taş duvarlara.
*Ver elini iki ayrı Dostoyevski kahramanı olalım seninle.
*Ver elini Amerika’yı biz keşfedelim. Biz icat edelim ampulü. (: Hamam sevmem ben, suyun kaldırma kuvveti ile sen ilgilen.
*Yaşamak yalnızlıksa okumak ayrı bir yalnızlık. Başka yalnızlıklardan başka okumalar türetelim seninle. Söyle, hangi yaşamaktan başlayalım önce?”


‘Şiirleri güzelim dergilerden biri işte!’ dedirtiyor karşılaştığım tüm şiirler. Özenle seçilmiş, boşa harcanmamış kelimeler.
Emre Kırca şiirinde, bana şu satırları yeniden tekrar ettiriyor:

“yüzün silinmiştir parklarda, bir çocuk sevişlerin…
sen düşen bombalara yanardın/ben düşen yanaklarına
bir başka coğrafyaya taşınsam/adınla başlarım yaşamaya.

ikimize özgü kışta yeşermek.
bize özgü /taze aşkları kurcalamak /sevecek bir yan bulmak.

hep bizim kaderimiz /yıkılacak bir binaya benzer uzaktan…”


En iyi dostu Küçük Prens, en büyük tutkusu içinden oyuncak çıkan yumurta olan felsefe öğretmeni Ali Lidar söyleşisi samimi bir sohbet havasında yola devam ettiriyor.

Ve işte en beğendiklerimden güzelim bir hayal ürünü sahibi Abdullah Ötgün öyküsü. Bize elektriğin hikayesini öyle bir anlatıyor ki. Elektiriği kendi atalarının bulmasına rağmen kendilerine hiç telif ödenmediğini iddia eden dedenin anlattıklarını dinlemelisiniz diyorum. Ben çocuğun arabada unuttuğu kız arkadaşını merak edip durdum yazı boyunca meğersem… (: Neyse okuyun görün bakalım siz de aklınızda taşıyacak mısınız bunu? (:

Ayşe Yıldız’ın hazırladığı kitaplık köşesi farklı bir kitapla süslü ve alıntılarıyla; elbette okuyun! (;

Ve sinema köşesinde Sanço Panza bir süredir samimiyetine sığındığımız doğu sinemasını anlatıyor. İnsan nasıl da kafasını sallayıp onaylayarak okuyor. “Mesela Uzakdoğu menşeili birçok aksiyon sinemasında kan göremezsiniz bunun sebebi bence insan kanını ticari bir unsur olarak görmemesidir.”

Paradigma köşesiyle kapanıyor sayfa. Her seferinde kıyımda köşemde okurken mırıl mırıl mırıldandığım,“gerçekten çok beğendim” deyip durduğum Markut’u ilerleyen sayılarında da takip edeceğime emin olarak ve ‘yazmasam deli olacaktım’ diyerek başladığım bu yazıyı, Cihat’ın “derginin hepsini yazmıyorsun değil mi?” cümlesinin tekrarından gördüğüm baskı sebebiyle bitiriyorum.
Markut Fanzin sizin de gözlerinizden öper… İyi okumalar. ;) 

- Ayşe Ünsal


Cuma, Kasım 21

HAYAL BİLGİSİ 14. SAYISINDA!


HAYAL BİLGİSİ 14. SAYISINDA!

YALAN

İnsanların icat ettiği en büyük sanat: Yalan!

Kötüler kadar iyilerin de çizdiği bir resim bu. Zalimler kadar mazlumların da şekil verdiği bir heykel. Tüccarlarla maden işçilerinin el ele tutuştukları bir gösteri. Çocuklarla yetişkinlerin aynı karede yer aldıkları bir film.

Müslüman olduğu için değil, aynı cemaatten olduğu için birbirini kardeşi bilenler. Bir işçi öldüğü zaman iş kazası, 18 işçi öldüğü zaman ‘felaket’ kabul edenler. Fiyat etiketleri, indirimler, haber bültenleri…

Yalan, geri dönüşümü yapılamayan bir çöp yığını ve gitgide daha fazla yer kaplıyor dünyada. Faşistliğe faşistlikle, teröre terörle karşılık veriliyor. Hainler kahraman, düzenbazlar alim oluyor. Kimin hırsız, kimin mağdur olduğunu kimse bilmiyor.

Savaş üretenleri kendi yöntemleriyle susturuyoruz. Çocuk öldürenlerin çocuklarını öldürüyoruz. Bize dokunmayan yılanın sırtını sıvazlıyoruz.

Paranın kokusunu köpeklerden de iyi alıyor, bütün yetenek ve birikimlerimizle emrine giriyoruz. Hukuktan yana değil; bizden ya da onlardan yana hukukçular. Hastalıklar aynı ama tedaviler özel ya da genel.

Şiirler, sloganlar, ödüller yalan! Gözyaşları, yaslar, başsağlıkları, taziye mesajları, anmalar… Tarih kitapları, müfredatlar, dayatılan yaşam tarzları, gelenekler, temayüller, emsaller…

Yalan; çünkü hiçbir silah savaşları öldürmüyor. Eğitim sistemleri yetiştiriyor katilleri. Daha büyük alışveriş merkezleri, yoksulluğa çözüm olmuyor. Organik tarım açların karnını doyurmuyor. Sosyal medyada paylaşım yapınca, sokak hayvanları yuva bulmuyor. Biz üzülünce dünya iyileşmiyor!

Hayal Bilgisi olarak, siyasete inanmıyoruz! Kağıt üzerindeki hiçbir çözümü kabul etmiyoruz. Gizli öznesi para olan hiçbir hesabın parçası olmayacağız. Şiire, edebiyata, öyküye değil; insana hizmet edeceğiz! Elinizde tuttuğunuz dergiyi asla bir amaç olarak görmeyecek, ‘kavramlara’ hizmet eden paranoyaklardan olmayacağız.

Çocuklara şiirler yazarak değil; çocuklarla şiirler yazarak ‘iyi insanlar’ olacağız. Uyku girmeyecek gözümüze; iftar sofralarında empati kurmayacağız aç kalanlarla.

Vallahi bölüşeceğiz ekmeğimizi; vallahi terleyecek, emek vereceğiz. Bir harf öğrenenin kölesi olacağız 40 yıl! Çünkü inanıyoruz ilk emri ‘oku’ olan Allah’a!

Okuyacak ve küçük adamlar olacağız. Gözyaşlarını sileceğiz annelerin. İntikam alarak değil; okuyarak, öğrenerek, üreterek, istişare ederek iyileştireceğiz dünyayı!
Dünyayı kaplayan bu yalan tabakasının bir parçası olmayacağız!

Yalnızca edebiyat dergisi değil, bir iyilik hareketidir Hayal Bilgisi.

Ayşe & Cihat Albayrak


Dergimizin bu sayısındaki güzelim kapağı için yine yeniden Yunus Ünsal'a bol bol teşekkürlerimizle.. 
Dergiyi internet üzerinden temin etmek isteyen dostlar aşağıdaki bağlantıyı kullanabilirler:
http://urun.gittigidiyor.com/…/hayal-bilgisi-edebiyat-dergi…



14. Sayıda Yer Alan 54 Dostun İsimleri Şöyle:

Abdurrahman Adıyan - Tayfun Kaydan - Hasan Fahri Tan - Sedat İpek - Yusuf Bal - Cihat Şit -Mehmet Türkmen - Zeki Altın - Atillahan Erdağ - Derviş Hayalci - Özge Elif Ceylan - Ünal Dereli - Ferda Balkaya Çetin - ışık Sungurlar - Arif Onur Solak - Sümeyye Çivici Ümmü Erva - Abdulkadir Üstündağ - Mavi Esra Pak - Emre G. - Beyza Hilal Nur - Adige Batur - Hasan Bozdaş - Leyla Arsal - Beyza Alioğlu - Murat Toluk - Şahin Sevim - Özlem Aydin - Sezgin Karadağ - İlkay Atay - Saliha Güngör - Tuba Yavuz - Sevil Türkyılmaz - Rasim Demirtaş - Ahmet Avcı - İbrahim Aslaner - Dilek Yücel - Tuğba İkra Yavuz - Kevser Evsen - Ali Eren Mirza - Ayşegül Karademir - Gülşah Bircan - Hafize Çetinkaya - Ahmet Can Altıok - F. Gümüş - Hakan İsfa Şahin - Zehra Aktaş - Fatih Kutlubay Keleş - Okan Çil - Hakan Kartal - Ayşe Gönenç - Tarık Balkı - Umut Talha Sevgi - Cihat Albarak - Ayşe Ünsal

Pazartesi, Kasım 10

Minnetle, Saygıyla, Özlemle...



Okul yılları. Her 10 Kasım sabahı bahçede toplanır, saat 9'u 5 geçerken içimizde sızısını hissederek anardık Atamızı. Siren seslerine karışırdı korna sesleri, gözlerimiz kayardı sokaklarına memleketimizin. Hayat dururdu, araçlar dururdu, saygıyla eğilirdi başlar. Gözler dolu dolu... 1 dakikalığına dururdu her şey. Sonra coşkusu yasına karışmış bir İstiklal Marşı. "Korkma!"


Hatırlıyorum, bir keresinde 10 Kasım'ı hasta ve evde geçirirken babaannem Atatürk için Fatiha okuyup dua etmişti... Benim babaannemin Latin harfleriyle okuması yazması yoktu, Arapçayı bilir, kitabını elinden, duasını dilinden düşürmezdi ama. Okuması yazması yoktu ama ben onun cahil olduğunu hiç görmedim. Bir de şimdikilere bakıyorum. İçim acıyor. 1 dakikalık minneti çok gören, etrafındaki ağzı boş ve kalabalık gürültülerden rahatsız olmayı bilmez lakin siren seslerinden rahatsız, saygı ve edep fakiri insanları, bugünkülerin anladığı biçimde 'kınıyorum!' Belki ben de onlar gibi bi'şeylerin kınayarak da düzeleceğine inanmak istiyorum.

Ama kalabalığız. Atatürkçüyüm diye geçinen ve bunu diline pelesenk etmekten başka bir meziyeti olmayanlarla birlikte, Atatürk'e saygısızlığı ele alanları da bir kenara ayırırsak; kalabalığız yine! Bu ülkeyi seven insanlar olarak. Çok'uz ve biliyorum ki bitmeyeceğiz. Doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine birilerinin tahmin edemeyeceğinden de fazlayız. Sessiz olduğuna bakmasınlar bu kalabalığın; ülkesini seven insan işine gücüne bakar çünkü. 

Aynen bu milletin lideri, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusunun gösterdiği hedef gibi.
Keşke diyorum, herkes ülkesini tüm sınırlar dahilinde sevebilse, keşke başka ülkelerin kahramanı, kendi ülkesinin sağır sultanı olmak yerine, gözünün önünde durana minnetle sarılabilse. Çünkü bu ülkenin de ölüyor insanları, işçileri, askerleri, polisleri, çocukları...

Seni özlüyoruz Atam. Dedikleri gibi aynen; " Asaletini, zarafetini, bilgeliğini... Seni çok özlüyoruz..."
Minnetle, saygıyla, özlemle anıyoruz...

Cumartesi, Ekim 25

Hergün 1 Kitap Hediye! (:





Dergimizin Facebook sayfasından hafta içi her gün bir kitap hediye ediyoruz kitaplığınıza (:


Kitap hediyemizi kazanmak için, hediye edeceğimiz kitabın fotoğrafını paylaşıp, altına anlamlı ya da anlamsız herhangi bir yorum yazmanız yeterlidir!



Buyurmaz mısınız (: - Hayal Bilgisi 


Pazar, Ekim 12

Hayal Bilgisi Edebiyat Dergisi Yeni Yazarlarını Arıyor!


Cihat ve Ayşe Albayrak çiftinin yayına hazırladığı Hayal Bilgisi Edebiyat Dergisi 14. sayısının hazırlıklarını yaparken, özellikle genç yazar ve şairlere bir çağrı yapıyor ve genç kalemlerin eserlerini bekliyor!

2011'den bu yana 3 ayda bir yayınlanan Hayal Bilgisi, usta kalemlerin yanında, edebiyat ile ilgilenen gençlere de kapısını sonuna kadar açıyor ve her sayısında birçok kişinin ilk eserlerini yayınlıyor. 

14. sayı hazırlıkları sürerken, bizler de sitemizi takip eden yazar/şairlere bu çağrıyı yineliyoruz. 

Aşağıdaki iletişim adreslerinden, Hayal Bilgisi'ne eserlerinizi iletebilirsiniz:

ayse-cihat@hotmail.com
editor@edebiyathaberleri.com

Cuma, Ağustos 1

Hayal Bilgisi 13 - Şükür Vakti


{Dergiyi temin etmek isterseniz mail atmanız yeterli: ayse-cihat@hotmail.com }
Allah nasip etti ve Hayal Bilgisi'nin 13. sayısını sizlerle paylaşmanın mutluluğunu yaşıyoruz şu anda. Ömrü uzun olsun, bugüne kadar olduğu gibi hep güzel insanlarla tanıştırsın bizi İnşallah. Eserleriyle yer alan tüm dostlara teşekkür ediyoruz.
- Ayşe & Cihat

{ŞÜKÜR}

Karınca yuvasının önüne kesme şeker bırakan, ‘annem, benim sevgi cennetim’ diye annesine mektup yazan çocuk.

Hasta oğlunu sırtında taşıyan ‘yaşlı’ amca. İsrail’in attığı bomba kapsüllerini saksı yapıp çiçek eken Filistinli kadın.

Civcivleri büyüyünce tavuk oldu diye ağlayan kız çocuğu. Öğrencisinin yırtılmış ayakkabısını iğne iplikle diken öğretmen. Artanını değil, varını paylaşan ‘fakir’. Kanadı kırık yavrusu için kedinin önüne konan anne karga.

‘Çizmelerimi çıkarayım mı, sedye kirlenmesin’ diyen yaralı işçi. Sakat bir kediye camide bakan müezzin. Sofradaki ekmek kırıntılarını kuşlar için cebine dolduran esnaf.

‘Kokmuştur’ diyerek, yemeğinden bir tabak da komşusuna gönderen anne, Ramazan, oruç, bayram, çocuklar, kitaplar, kayısı ağacı, serçe kuşları var diye; şükür!

Huzuru yazan şair, sigara değil evladı için kitap satın alan baba, para kazanmak için değil çocukluğunu yaşatmak için ahşap oyuncaklar yapan Kayserili usta, sadaka, tebessüm ve namaz var diye; şükür!

Savaşlar da var; işkenceler Irak’ta, Suriye’de, Gazze’de, zalimlere eş olan kadınların evlerinde. Hırsızlar da var; hırs, yalan, kin ve kıskançlık da. Kan var, gözyaşı, ölümler var, ağıtlar. Vefasız evlatlar da var, umursamaz anne babalar. Öğrencisini döven öğretmenler, huzurevlerinde kalanlara zulmeden bakıcılar, zevk için kuşları silahlarıyla öldürenler. Şeriat adına hareket ettiğini zannedip, imanını yitirenler var, demokrasi adına bir nesli yok edenler de. Edebiyatçı olup edebini yitirenler var, simit satan çocukları döven belediyeciler…

Ama şükür işte! Zalimleri helak edecek Allah var! Cennet var ve cehennem! İyilikte yarışanlar, güzel adamlar, gözleri heyecanla parlayan genç kızlar, doğuştan iyi yaratılan çocuklar; dünyada hepimize yetecek kadar iyilik var, şükür!

Şifâ var, şükür! Dua var. Kur’an var.

Gün doğumlarını, yaz yağmurlarını, gökkuşaklarını, gül bahçelerini hediye eden şehirler… ‘Okuyacağım ben öğretmenim, sizin gibi şair olacağım’ diyen öğrenciler var. Hastasının canı yanınca, başını okşayan doktorlar…

Ne kadar seviyorsun beni deyince kollarını ‘dünyayı kucaklar gibi’ açan çocuklar, çocuklar ve çok şükür ki çocuklar var. Gözleri görmese de, dünyanın en güzel gülümsemesine sahip engelliler.

Çok şükür, şiir var. Kalemini terbiye eden şairler…

Hayal Bilgisi’nin 13. sayısını İslam coğrafyasında yaşanan
savaşlar nedeniyle hayatını kaybeden tüm sivillere adıyoruz.–

Bu sayımızda eserleriyle yer alan isimler:

Müştehir KarakayaAbdurrahman AdıyanMehtap Altan, Sedat İpek, Yusuf BalS İclal TiryakiMehmet TürkmenGülnaz EliaçıkCihat ŞitSemrin Şahin,Özge Elif CeylanÜnal DereliHasan Bozdaş, Esra Pak (Clara Zetkin), Ahmet Can AltıokEmre Küçükoğlu, F. Sena Karataşlı, Abdulkadir ÜstündağFerda Balkaya ÇetinSümeyye Çivici (Ümmü Erva), Devrim HorluMeltem Dağcı,Zeki AltınEmre Gürkan KanmazMurat Toluk, Tekin Parmaksız, Beyza Hilal Nur Dindar, Adige BaturLeyla ArsalBeyza AlioğluAkın AkarHasan BozaslanEmrah AdaklıOkan AlayÖzlem AydınArif Onur SolakSaliha GüngörMerve YalçınAyşe Ceylan KebeliUmut Talha SevgiCihat AlbayrakAyşe Ünsal

Soruşturma bölümünde yanıtlarıyla:

Murat SoyakSuavi Kemal YazgıçMustafa Nurullah CelepAli Emre

Salı, Temmuz 22

Bugüne Ninni..


Yıkıntıların arasına karışmış bir ev daha...
Çocukluğumdan geriye bi'şeycikler kalmasın der gibi sanki..
Hatırlanması uzak resimler...
Koşar adım uzaklaşan bahçeler, güneşli ferah balkonlar, ikindi vakti dinginliği...
Şimdi sadece sessizliği kaldı evlerin... Ağzı kalabalık insanların gölgesinde saklanan.
Balkondan bakardım. Bahçe çiçekler doldururdu kollarına, sanki atlasam kucaklayacaklar gibi...
5. Kat. Ilerisi kuşların evlerine açılan pencerelerle doluydu hafızamda. Hayalimde düzenli, temiz...
Bu balkonun karşısında sonradan yapılan apartmanın 4. katı; güvercin yuvasıydı. Yalnız bir adamın onlarca güvercini kafesten çatma evlerinde ama özgür yaşardı.

Akşam çayında cam kenarına oturup arabaları sayardık kardeşimle; sağdan gelenler benim, soldan gelenler Yunus'un... Bir dakikada en çok kaç araba geçecekti ve hangi taraf kazanacaktı... Ne zaman icat etmiştik bu oyunu yaşımız kaçtı hatırlamıyorum, bugünden çok uzaktaydı...
Mum çiçeğinin kokusu akşam olunca odaya dolar, yemek henüz yenmiş çay ocakla kucaklaşmış, altında ısınan sudan çalıp bulaşık yıkanırken yuvarlak masanın etrafını teyzelerim çevirirdi... Kendilerinden konuşurlardı o zamanlar, çocuklar küçük ya da hiç yokken... Kendilerini kim bilir hangi yılda bıraktılar... Sohbetlerin öznesi çocuklar olalı gözleri uzaklara takılı...

Yağmurlarını hatırlıyorum o evin. Tüm pencerelerin gökyüzüyle burun buruna olmasından sebep sular biriktirirdi camın önündeki oluklar, dedemle anneannem bir o odaya, bir bu odaya koşardı ellerindeki bezlerle. Yağmurun kokusu evin içine sızardı oluklardan... Gökkuşaklarına yakından baktığım odada divanın üzerinde ayaklarımı toplamış otururdum. Anneannemin tereyağı yoğurtlu kurabiyeleri gelirdi önüme tel dolaptan... Mis gibi kokardı... Dedemin şekerli omletinin tadınıysa hiç unutmam, geçenlerde denedim daha tadını tutturamasam da gözlerimi kapattığımda sanki ordaydım hala... Zaman, geçen zaman burnumda tütüyorsun... 
Ayşe. 

Çarşamba, Haziran 25

ayak izleri'nden...





Rüzgar camları tekmeliyor. Tarih 17 Haziran 2014. Böyle düştüm kpss matematik kitabının ilk sayfasına. O ki sınav geçene kadar zoraki aralasak da çözmekten en çok zevk aldığım ve sınav sonrasında ah ne de zevkli şimdi çözmek diyeceğim kitaplardan... Neyse az evvel Mesude'm aradı, hala oldum diye sevinerek; gülüşünü buradan gördüm düşün, içi içine sığmıyordu, sesi içine sığmıyordu...
Ne güzel diğmi dünyaya ayak basan bir bebiş daha:) Cihat uzandığı yerden sesleniyor, "adını cihat koysunlar"diye Niçe'ye devam ederken, yani aslında Niçe ağlamadan önce diyor bunu, gördüğüm kadarıyla oraya gelmiş olamaz. Az evvel bana göz kırptı, insan kendine bakıldığını hemen farkediyor cidden.
Bebişin adı hazırmış konuya dönersek Mesude öyle dedi, adı Ediz olacakmış. Ediz... Ediz Hun'un ismisinden. Ben de daha dünyaya ayak basalı çok uzun yıllar geçmemişken iki ismi bir sandığım Ediz... Hani Edison'dan yaklaşarak. Bizim film artisti bu kadar marifetliydi demek, hem elektriği bulmuş sonra yaşamış yaşamış yaşamış bir de üstüne filmler çevirmişti.
Çocuktum işte daha dünyaya ayak basalı çok olmamıştı.
O günlerde Zeki Müren'in Sabile diye şarkısı bile vardı hep sonradan doğdu içime onların aklından geçenler, " yıllar ayırsa bile"...
Zaman dünyaya yeni adımlar ekliyor, kimi adımlarıysa topluyor yerden... Rüzgarın duvarlardaki adımlarını, camlardaki çığlığını topladığı gibi... Tam da şu sırada kokusunu ne zaman kaybedeceğini bilmediğim lacivert polar üzerimde birkaç saat evvel yıkandığı halindeki kokusunu bırakıyor aldığım nefeslere, hafif nemli uçlarından biraz serin, ama rüzgarın oyununa karşılık hep sıcacık sarılıyor.
Elektrik Edison'un kemiklerini sızlatmak için midir bilinmez durmadan gidip geliyor.
Aklım küçük odadaki turuncu köşede, güneş düşmüştür, fasülyeler saksıdan biraz daha gökyüzüne yaklaşmıştır, Sabuha belki pencerenin altında yatmıştır diye...
Komşuların birbirleriyle yarış halinde yıkadıkları yünler etrafta uçuşuyordur belki.
Tam karşıda duran boş saksılar kenarında terk edilmiş pencere içimi ısıtan komşumu özlemiştir diye...
Aklım turuncu köşede...

Çarşamba, Mayıs 21

Hayal Bilgisi 12!







BAHAR



“Tabutunu dört güzel kuş omuzlamış” diyor Şakir Kurtulmuş.
Evet, kuşlar omuzluyor Suriye’deki ölümleri; evet kuşlar daha şimdiden omuzluyor Mısır’da idama mahkûm edilen 529 masumu. Çocuk bedenine tecavüz edilen Mert’in tabutunu omuzluyor kuşlar.
Ölülerimizin karşısına çıkacak yüzümüz yok. İnsanız, o kadar insanız ki; önümüz-arkamız-sağımız-solumuz kan ve siyaset.
Markalı pantolonlarımıza bulaşan leke kadar önemi yok komşu ülkelerde kurşuna dizilen insanların. Altın ve dolar fiyatı kadar değeri yok. Borsa istatistikleri kadar derdimiz değil hayatını kaybedenlerin sayısı. Televizyon dizilerinin izleyemediğimiz bölümleri daha önemli. Arabamızın kaportasındaki bir çizik. Facebook’ta kaç kere beğenildiğimiz. Bir ünlünün başka bir ünlüye ettiği hakaret; bir zenginin bir gecede giydiği kıyafet. Hangi belediyeyi hangi partinin aldığı daha önemli.
İnsanız, o kadar insanız ki; kitaplarımız daha çok satılsın diye zulümler şiir. Partimiz daha çok oy alsın diye ölümler siyasilerimizin, liderlerimizin dilinde. Holdinglerimiz daha fazla ihale alabilsin diye arkasındayız toplumsal olayların ya da karşısında.
Entellektüelliğimiz özlü sözler çöplüğü. Kitaplarımız kapitalist tuğlalar. Gazetelerimiz birbirimizi yememiz için farkındalığın üzerine serilen sofra bezleri.
O kadar insanız ki, kimsesizler mezarlığına gömülüyor annesinin açlığa terk ettiği gayrı meşru çocuklar. Annesi de babası da yaşayan ölü çocuklar.

İnsanlığımıza rağmen, gene bahar. Gene kayısılarda çiçek şenliği. Karıncaların inşaat telaşı.
Bahar yüzlü çocuklar top oynuyor çimenliklerde, uçurtmalar el sallıyor yeryüzündekilere. Kuşların karnını doyuruyor gene Ayşe.
Bahar, Allah’ın ümit aşısı insanlara. Gül yapraklarındaki çiğ damlası gibi yanaklarımızdaki gözyaşları. Ümitliyiz; savaşlar bitmeyecek belki, ölümler son bulmayacak, siyasi kavgalar bitmeyecek, tecavüzler de. Ama ümitliyiz; Cennete gidecek çocuklar. Tek silahı dua olanlar… Anneler Cennete gidecek, babalar da öyle.
Hayal Bilgisi, bu bahar 36 sayfalık bir dua, 36 sayfa gözyaşı, 36 sayfa tebessüm.
Hayal Bilgisi iyi ki var.



ayse-cihat@hotmail.com



Pazartesi, Mart 24

'Sana Söz Yine Baharlar Gelecek!'




"Karşı çıkmak istediğim evler, koltuklar, halılar, müzikler, öğretmenler var. 
Karşı çıkmak istediğim kurallar var. 
Bir haykırış! Küçük dünyanız sizin olsun..." Tezer Özlü


8 Mart'tan bir gün öncesiydi. Kadınlar Günü için söyleşi yapacağız. Güzel bir sohbet olacağına eminim.




Umutlanarak randevulaşıyoruz. Konuşarak dünyayı kurtaranlardan olmadık hiç (bunu başaran var mı o da meçhul tabi) ikimizin de ceplerinde yaşadığımız yeri güzelleştirecek fikirler var. Bi'şeyler yapma derdindeyiz. Güneş gördükçe başımızı çeviriyoruz ona, bize doğru bir ses duydukça yalnızlığımız dağılıyor derken, duraktayım. Servis bekliyorum. Benimle birlikte servis bekleyen bir beyefendi var sadece. Servis geliyor, öyle dolu ki durmadan geçiyor. Şaşırmıyorum. Derken bir süre sonra ikinci servis geliyor, o da ağzına kadar dolu ancak duruyor. Servise binmek mecburiyetindeyim geç kalmamak için. Haliyle onca beklemiş olan duraktaki beyefendi de biniyor. Basamaktayız ben bir üste çıkıyorum. Servis hareket ediyor, aracın hareket etmesiyle ikinci basamakta duran kadın tüm hışmıyla şoföre çıkışmaya başlıyor, olanca sesiyle."Bu nedir böyle, din diyanet, iman bırakmadınız, almasana bunları, herkes birbirine yapışık böyle şey mi olur" benzeri cümlelerle söylenmeye devam ediyor. Herkesin gözü bağırarak konuşan sinirle hareket eden ve yanındaki adama vebalıymış gibi bakan kadında. Hanımefendi başı örtülü bir bayan. Söyleyecekleri bittikten sonra bana dikiyor gözünü kolumdan tutup sen şöyle geçsene diyor. Önce anlamıyorum ne demek istediğini. Sonra birden kafama ağır bir tokmak yemişim gibi ağırca işitiyorum yeniden söylediklerini. Yanında aynı durakta beklediğimiz bey var. Kendisi benim yerime geçmeyi, beni de beyefendinin yanına sürüklemeyi uygun buluyor. Kendince. Kolumu geri çekip şu anda o şokla neler söylediğimi tam tamına hatırlamadığım sözler sarfediyorum. Ama biliyorum içinden geçen bazı cümleleri. "Siz kadınsanız beni ne olarak görüyorsunuz ya da siz inançlıysanız bunun aksini benim üzerimde nasıl düşünebildiniz?" Çok tuhaf değil mi? Midem bulanıyor benim o sırada. Kendime hakim olmaya çalışıyorum. Kadın sırtını dönüyor kendince söylenmeye devam ediyor. Kan beynime çıkmış durumda. Düşünebiliyor musunuz, birilerinin başınız açık diye sizi istediğiyle yanyana yakıştırabilecek bir yerde duruyorsunuz, inancınızı, edebinizi, ahlakınızı, dininizi, beyinlerine yerleştirilmiş sığ düşüncelerle ölçülendirebiliyorlar. Allah'la aranıza girebiliyorlar, onlara bakılırsa ne kadar müslümansıznız gözünüze bakarak anlayabiliyorlar. Kelimelerden 'umut'u seçmiştim yazının başına getirmiştim oysa onu, yaşadığı yeri güzelleştirme çabası, kadınlarla birlik olma hevesi... Şimdi. Şimdiyse o güneş bulutların arkasına girmiş gibi. Sonra kendimi tamamen toparlıyorum. En çok bu cümleleri sarfeden kadına, onunla beraber yanında bunu sanki bilerek yapan, vebalı muamelesi gören lakin eminim ki sürekli ayakta gittiği halde gıkını çıkarmadan o servise her seferinde binmek mecburiyetinde olan adama üzülüyorum. Kızıyorum da aslında, insan kendini nasıl bunca sığ bırakabilir diye. Hele de şu zamanda insanın kendini donatabilmesi çok da zor değilken, aslında hiç de zor değilken.... Evet diyorum; mutlaka bi'şeyler yapmalı!

Sonrasında dün akşama çeviriyorum kalemi. Yine servisteyiz, sizi şaşırtmayacak bir cümle daha: servis tıka basa dolu! Öyle olduğu halde muavin içeriye birkaç kişi daha tepebilme derdinde. Şimdi bu yazıyı başka yerden okuyan biri nüfus yoğunluğu bakımından oldukça kalabalık bir ilçede 3-4 servis çalışıyor toplamda sanır. Yok öyle değil işte, onlar böyle seviyor! Hatta servis öylesine dolu olmalı ki muavin kapanamayan kapıdan dışarı doğru sarkıp saçlarını rüzgarda ahenkle dans ettirebilsin! Bu konuyu fazla uzatmaya gerek yok esasen Allah'a havale ettik çünkü biz bu durumu. Zira ne kadar ısrarcı davrandıysak çözüme ulaşamadık. (Bazen iyi ki bir aracımız yok diyorum, yaşadığımız yerde insanlar neler çekiyor ulaşımda, onları empati kurarak uzaktan anlama çabasına girmiyoruz. Direk olay yerinde inceleme imkanımız oluyor. Yoksa bu satırlar nasıl doğardı değil mi?!)

Nezaketli insanlar bir koridor oluşturup ortaya doğru ilerlememe yardımcı oluyor serviste. Lakin aşırı bir kalabalık var. Servis hareket ediyor. Tutunabilmek büyük mücadele. O sırada yan tarafta oturan bayan önünde duran poşetlerini kucağına alarak bana buraya geçebilirsiniz diyor. Önünde açılan kısma giriyorum minnetle. Hemen az evvel anlattığım olay geliyor aklıma. Beni kalabalığın arasından alıp kendi rahatını bozarak beni biraz da olsun rahata kavuşturan da bir kadın, beni kolumdan tutup kendi rahatsız olduğu konuma yerleştirmeye çalışan da... İnsanın umudu böyle tazeleniyor, böyle güzel insanlarla. İçimde güneş açıyor, kalkıp kadına sarılasım geliyor, 'iyi ki varsınız! diyesim geliyor, dünya sizinle güzel' diyesim geliyor. Güzel insanları hep kucaklamak geliyor içimden. Bir önceki yazımda da belirttiğim üzre kötü olmak zorken zaten hep iyi olmayı seçen insanları.... İncelikleriyle varım diyenleri, samimiyetle saygısızlığı, hadsizliği karıştırmayanları, yerini bilenleri, konuşmanın iştahına kapılmadan karşısındakine değer verip dinleyebilenleri, karşısındakinin derdiyle dedikodu kazanını kaynatmak yerine kendininmişesine dertlenenleri, sıkıntı değil huzur verenleri kucaklamak istiyorum. Bitmesinler istiyorum, bıkmasınlar istiyorum böyle olmaktan, vazgeçmesinler istiyorum, gitmesinler istiyorum. Çok mu şey istiyorum??

Yaşadığımız yer güzel bir yer, güzel insanları olan bir yer. Lakin ona güzel şeyleri yakıştırmak istemeyen insanlar var etrafında. Kadınları evden çıkmasın, en fazla ev ev gezsin, çalışmak da neymiş oturup evinde yemeğini yapsın, çocuğuna baksın, kaldırımlar bizimdir mümkünse sokağa çıkmasın, adamı günaha sokmasın, hep sussun bi'şey sorulmadıkça konuşmasın diyen adamlar var mesela. Eminim biliyorlardır ki; bir yer güzelleşecek, renklere bürünecek, aydınlanacaksa bunun tohumlarını elleriyle çıkarsızca toprağa serpen kadın olacaktır. Farkındalar; bu yüzden istemedikleri kadınları etraflarında. Belki kendi acizliklerini görmek istemediklerinden de... Boş boş oturulup zaman öldürülen saatler ellerinden alınmasın, memleket kendi kendine yürüyor aman bize bi'şey olmasın diyenlerdendirler belki. Buraya bahar mı gelmiş, çiçek mi açmış, cemre mi düşmüş umursamayıp bilmeyenlerdendirler. Oysa bahar geliyor her seferinde dünyaya... Ve baharı gören güzel gözleri, yaşadığı yeri seven gerçekten seven cesur yürekleri var bu şehrin. Kusura bakmasınlar fazlasıyla rahatsız edeceğimiz insanlar olacak belki. Çünkü 'bu dünya bizim memleket!'

Sıdıka diye bir dizi vardı çocukluğumuzda; çok severdim. Sonrasında çokça rastladığım satırları geliyor Sıdıka'nın günlüğüne yazdığı. Son olarak onun cümleleriyle diyorum ki:

"Sevgili günlük, Bugün kötü olan her şeyi kendisiyle baş başa bıraktım, çünkü dışarda bahar vardı... Yarın yine olacak..."

| Dipnotcuk: Bu yazı her ne kadar yaşadığımız yeri baz olarak yazılmış olsa da eminim dünyanın pek çok yeri üzerine düşen payı çekecektir kendine... Çünkü bugün hala şiddet gören, öldürülen kadınlar var, bugün tahammülsüzlük sınırları fazlasıyla düşmüş akıl sağlığından endişe edeceğimiz insanlarla yaşıyoruz etrafımızda, aklıselim insanların fazlasıyla sustuğu, susturulduğu, bıktırıldığı, umursamaz ve terbiyeden edepten nasibini almamış gevezelerin kendini uyanık zannederek güzele dair tüm duyguları, incelikleri makasladığı dalgaya aldığı bir çağda yürüyor ayaklarımız. Küçük Prens'te bahsedilen ayrık otlarını zamanında farkedememişiz ki her yere salmışlar köklerini ama yaşıyoruz hala ve yaşıyorsak umut var demektir...Hep iyiliğe, güzelliğe, huzura... Çünkü bugün de bahar...|
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...



Counters
Free Web Counter