Cumartesi, Eylül 14

Hayal Bilgisi 10 Okurlarının Karşısında!


Hayal Bilgisi 10. sayısıyla okurlarının karşısında!

Hayal Bilgisi'nde bu sayıda da zaman var, dünyanın penceresinden bakıyoruz hep birlikte... Biraz çocuk, biraz büyük, çokça anlamış... Yine de umutlu...

Mısır ve Suriye’de kan akıyor. Bizim, aklımız ermiyor zalimlerin oyunlarına. Ama yüreğimiz sessiz kalmadı. Şiirler yazdık. Masum insanlar hayatlarını kaybediyorken, yalnızca yazarak onların yanında olmak, çok ağır.

Kitaplara dair çok şey var bu sayımızda ve genç kalemlerden ilk yazılar. Kapısı herkese açık bir dergi Hayal Bilgisi. Ve bir iyilik projesi, ilk gününden beri...

38 bambaşka ve rengarenk kalemimiz var bu sayıda da. Yunus'un kapak tasarımı, Emre'nin kitap önerileri, ilk sayımızdan bu yana sayfalarımızda yer alan pek çok dostumuzun ısrarlı beklentileri neticesinde.
Bu heyecan, tam 3 yıldır hiç azalmadan devam ediyor. Daha nice sayılara... Bir'likte! (; Teşekkürlerimizle...
Ulaşmak ve dergiyi edinmek için; burdan, Hayal Bilgisi sayfasından ya da ayse-cihat@hotmail.com adresinden bize yazın. ;)

www.edebiyatdergisi.org
ayse-cihat@hotmail.com


Bu sayının okur buluşmaları kimlerle mi?

Cihat Albayrak, Emre Gürkan Kanmaz, Selin Gamze Aşkin, Müştehir Karakaya, Adige Batur, Emre Küçükoğlu, Mavi Esra Pak, Ayşe Ünsal, S İclal Tiryaki, İbrahim Sarp Baysu, Abdulkadir Üstündağ, Cahit Tan, Gülşen Çağan, İnci Erkan Taş, Zelal Akgün, Mehmet Türkmen, Pınar Doğu, Rukiye Bayır, Emine Koseoglu, Şen Çakır, Yelda Karataş, Yaşar Bedri, Yasin Börekoğlu, Yasin Altunbay, Kemal Acar, Lütfi Demir, Hızır İrfan Önder, Benjamin A.E., Yunus Ünsal, Ebru M. Kayır, Emrah Adaklı, Atilla Yaşrin, Semrin Şahin, Özge Öndüç, Meltem Dağcı, Aziz Küçük, Burcu Türkmen, Fatma Tanrıkulu, Umut Talha Sevgi

Salı, Eylül 10

Bugün senin doğum günün olsun! Huzur Koleksiyoncusu (:


Limon ağacımızın yanındayım. Üzerinde 5 tane limonuyla güneşe bakıyor. Ara sıra suyunu vermeyi unutsam da hiç küsmedi bana, sararıp solmadı, asmadı yüzünü. Güneş odamıza sığmaya çalışıyor. Güneşin bu hallerine bayılıyorum... Çocukların sesi geliyor dışardan; şanslıyız bu yüzden çocukluğumuzun ruhunu taşıdığı için sokaklar... Çimleri biçiyorlar, kokusu açık pencereden izinsiz giriveriyor... Sevdiğim kokular, sevdiğim sesler, huzurlu bir köşe ve elimde çocukluğumda babamın eve dönüşlerinde getirdiği çikolatalar gibi sevindiren bir kitap; geldiğinde.

"Doğum günün ne zaman?" diye soruyorum. Biz onunla çok sık konuşuruz aslında lakin kimse bilmez...

Geçen yıl bu zamanlardı. İçimizde birikenler, okunanlar, hasret, uzayan, durmadan uzayan hiç bitmeyecek sandığımız yollar, bir sabah telefonun diğer ucundan kulağıma dolmaya başladılar. Öyle birdenbire, zamansız... Çatlamış toprağa su verir gibi... Bu yüzden kulağıma her gün dolan sesin sahibi, sevgili eşim, "hazırlıksız konuşmadır şiirlerim." diyordu. Okunan kitaplar, her gece arka sayfalarında doğan şiirleri ağırlıyordu, öyle heyecanlı, mutlu, hasreti ucundan kıyısından unutturacak bir nedene bağlar gibi bizi tıpkı. Gün ağarırken telefonum çalar, üzerine doğan güne hangi şiir yazıldı diye heyecanla dinlerdim eşimin sesinden şiirini.. Şiirimizi aslında, çünkü iki kişilikti ne yazsak, ne yaşasak... Bir somunu ikiye bölmek gibiydi her şiir bu yüzden. Anlatamadıklarımı dinler gibi... Diğer yarım diyorum ya ona boşuna değil. 2 ay boyunca her sabah doğan yepyeni taptaze dizeleri sordum Cihat'a, ben sordukça mutlu, o okudukça heyecanlı... Her zorluğun bir mükafatı vardır ya, askerliğin, ayrı geçen günlerin hediyesiydi bize şimdi elimde tuttuğum 'Huzur Koleksiyoncusu.' Birbirimize yazdığımız onlarca defterin yanında, bambaşka bir anlam!

Eve dönüşümüzün cam kenarı yolculuğunda altını çizerek okumaya başladım dinlediğim şiirleri... Sonrasında şimdi elimde tuttuğum haliyle buluştum, her seferinde ilk günkü gibi...

Şiir bir ihtiyaçtır bana göre, bir an gelir birkaç dize ararsın haline şifa, konuşmadan anlatmaktır kendini, altını çiziğin satırlar. Bu yüzden Huzur Koleksiyoncusu'nda altı çizilmemiş satıra rastlamak zor... Ve konuşulmamış sayfaya da... "Karşılıklı konuşmadır biraz da şiirlerin" diyorum bu yüzden Cihat'a.



Kitabımıza bakıyorum ve diyorum ki seni anlatmalıyım, söylediklerinden bahsetmeliyim herkese... Yazı gördün, baharı önce... Şimdi güze dokunacak parmakların... Demleneceksin mevsimlerle...Yüzün hep aydınlık olacak, içinde hep bir çocuk... Sonra evet kuşların telaşı, karıncaların inşaatı, papatya terbiyecisi, gece güneşi, daktilo sayıklaması, hüzün tamircisi, şükür çiçeği... Sen Huzur Koleksiyoncusu olduğun kadar saydıklarımızsın da ve seni tanıyanların içine doğanlar olacaksın...

Hadi söz senin şimdi anlat içinden geçenleri... Konuşmalarımızı da anlat biraz...

"barış küçüğündür
savaş büyüğün
budur sofra adabı yer yüzünün."
...
 "nedir ki bildiklerimiz    
  bir çınar karşısında..."   
 Ağaçlar da acı çeker mi gördükleri karşısında? Yılar mı, yıkılır mı? "Bu kadarı yeter” diye köklerini toplamak ister mi topraktan… Ağaçlar dayanamayacağından fazlasını gördüğü için mi kurur bi gün? Merak etmişimdir hep… 

"fazla kalemin var mı dünya
sana şiir yazacağım" 
"söyleyin
 kim öğretti beni ayrılığa"


" bir yara bandıydı anne sesi..." 
Anne... Ne kadar da fazla her şeyden...
"çocuktuk, bant yapıştırır sanırdık
vakitsiz yağan yağmuru bile gökyüzüne..."
Çocuktuk! Gerçek bu! Gitmeliyiz bir sabah uyandığımızda çocukluğumuza...


"özgürlük, babanın hayatta olması
komşunun çocuğuna bisiklet alınmış
ve annesinin topuklu ayakkabılarında ayşe
yirmi yıl sonrasına bir şarkı yazmış
risk diyor insanlar, hangi insan alır
bir kuşun kendini ilk kez
boşluğa bırakırken aldığı riski"

"bahar battaniyesidir çocukların
mandalla tutturur anneler anılarını 
ikindi güven veren bir türkü
ıslık, sokakların ulusal marşı..."
"avucumun içinde, bir kuş hediye ettim erik ağacına..."
Bir ağaç en çok neye mutlu olur sahi? Bir kuş, yağmur, güneş, gece? En çok neye?
"çay ocağıdır kış mevsimi..."
Kışa uzaktan bakmak hep içini ısıtır insanın...

"kaç adımda varılır insanın yalnızlığına"
Bazen en kısa mesafedir yalnızlığımız, birdenbiredir, zamansız...
" 'istiklal şiirdedir' diyorum
şiir, vicdan dediğimiz yerde"
Bana biraz şiir oku...
"bisikletimn terkisine balzac oturur her yaz"
Dersin sen. Huzurlu, küçük, şirin ve mevsim yaz ama bahardan kalma... çiçekli yol, deniz kenarı, kuşlar... Bir mısradan bir tablo doğar.

"bana müsade allah'ım
kenarlarına taşımadan boyamalıyım şimdi baharı"

Ben bu satırları kuşlarla okuyorum. Ezan okunuyor. Ve Cihat, "yerdeki ekmek kırıntılarını temizliyor kuşlar" diyor. Fotoğraflarını çekeceğiz poz vermiyorlar. İçlerinden biri enfes bir ıslık çalıyor kuşların. Belli ki çok mutlu bugün, 'hayat güzel' diyor. Ben bu satırları Çorum'da parkta okuyorken; kuşlar, ağaçlar, insanlar huzur içindeler...

"leke tutmayan bir kumaştır çocukluk" 
"toprak yetim bir çocukhakkını veren yok" 
"yalnızca iki ayağımın sığabileceği bir deniz hayal ediyorum
... 
bana dokunuyor daha fazla dünya" 
Yetmeli insana bu kadarı. İnsan 'fazla'nın arsızı olmadan yaşamalı... Mutluluk 'az'dadır ya zaten düşünüldüğünde... Ki dememiş misin yine sen:
"nasıl büyüktür ikiodabirsalon ev
içinde huzur varsa"
diye... 


Huzur diyorum başımızdan eksik olmasın...
Okundukça çoğalıyorsun..

Sen okundukça beslenip büyüyen bir bebek, bizim ilk göz ağrımız, sayıklamalarımız uykuların bölündüğü yerde, hasretlerimiz, sevdamız, bölüştüğümüz ekmeğimiz, sen yaşadığımız hayatsın, kışları her sabah penceremizin önünde bekleşen kuşların tanığı, mevsimlerin rehberi, deliliğimiz, leke tutmayan çocukluğumuzsun, bitmeyecek bir şiirsin sen söylenen rüzgara. İçimizde ne varsa söylediklerimiz sendedir...

Sende ne çok ben var, bendeyse her şey sen...
Şimdi kutlayacak bir doğum günümüz daha var

İyi ki doğdun! Bugün senin doğum günün olsun!

Huzur Koleksiyoncusu...

Seninle ömürlük bir randevumuz var...

Huzur Koleksiyoncusu'nu burdan edinebilirsiniz ;)



Ayşe'n. (papatya terbiyecisi)
2. Nişan yıldönümümüze... (;

Perşembe, Eylül 5

Kaç Zil Kaldı Örtmenim? | Filiz Aygündüz



2012'nin Eylül ayıydı. Tanışmamızın mevsimi sonbahardı; kitabın baş kahramanının Diyarbakır'la tanıştığı mevsim... Eşimin askerliği süresince yolculuk yaptığımız kitaplardan biri oldu Filiz Aygündüz'ün 'Kaç Zil Kaldı Örtmenim?'i. Önce Cihat okudu kitabı. Telefon konuşmalarımızda dahi bahsi geçti, "mutlaka okumalısın, okuduğum en özel kitaplardan" diyordu Cihat. Acıtarak biten ve hakkında biter bitmez satır satır konuşturan öğretmenin hikayesinin kapısını aralamam hiç uzun sürmedi bu yüzden.

"Dağlı gözüyle, şehirli göğsüyle ısınırmış." diyerek Diyarbakır'a görür görmez ısındığını anlatırken yazar ilk cümlesiyle, ısınıverdim ben de artık dahil olduğum hikayeye... Bazı kitaplar vardır, sizi anlattıklarıyla çok uzaklara götürmezler, alıp kendinize getirirler sizi, size sizden bi'şeyler anlatırlar, içinizi okur gibi tıpkı... Bakışından belliydi dersiniz ya, öyle işte...

 1995 senesinde Diyarbakır'ın Silvan ilçesine tayini çıkan 23 yaşında bir öğretmenin hikayesi bu. Yeni bir hayata başlıyor genç öğretmen kitabın arka kapağında dediği gibi, "İstanbul'daki güvenli evinde, televizyon haberlerinde seyrettiği "uzaktaki köy"de." Otuz iki minik ve bir büyük 'aşk'ın rehberliğinde... Caydırmaya çalışanı çok oluyor, lakin Diyarbakır "gel" diyor ona sebebini sonradan anlayacağı biçimde ısrarlı... Uzaktaki şehre gittiğinde duyduğu ilk Kürtçe sözcükten tıpkı 'were' (gel)!

Yıllardır burnumuzun dibinde duran bir gerçek vardı... Yıllardır; kendimizi bildik bileli aslında; sökülmüştü de dikilmesi için alfabe gerekiyordu sanki. Ve bir başka dil... Filiz Aygündüz'ün kendi hayatından esinlenerek kaleme aldığı kitapta değindiği pek çok hassas konu var. Bunların başında kuşkusuz Diyarbakır'a geldiği daha ilk gün karşılaştığı yabancılık hissi yalnızlığı doğuran, "ne yani burada insanlar anlamadığım bir dilden mi konuşuyor?" çıkarken dudaklarından. Tüm politik gerilimlerden uzakta büyüyen, Doğu ile ilgili bildikleri öncelikli olarak terör algısı üzerinden oluşan her insanın yaşayacağı türden bir yabancılık yaşadığı... Lakin zamanla, tanıdıkça, yaşadıkça önyargıları sıyrılıveriyor yavaş yavaş üzerinden. Belki daha önce hiç böylesi yakından görmediği samimiyetle ve masumiyetle karşılaşıyor minik öğrencilerinin gözlerinde. Makyajsız bir dünyayla tanışıyor; içi dışı bir.

Kitap ilerliyor, kitabın üzerine eşimle karşılıklı aldığımız notlar ayaklarımı yeniden zamanın sokaklarında dolaştırıyor, sonra o sınıfta, o öğrencilerin heyecanlı ve bir o kadar medet uman bakışlarında... Burnumda tebeşir kokusu...

 
Altını çizdiğimiz öyle çok satır var ki... Aralarından zoraki seçerek ilerlemek istiyorum; çalan zille beraber:
 "Gözünüz aydın, öğretmeniniz geldi." diyor okul müdürü öğrencilerini yeni öğretmenleriyle tanıştırırken. "İyiden iyiye coştular bunu duyunca. Elimi öpenler, zıplayıp zıplayıp sarılmaya çalışanlar; kollarını boynuma dolayanlar... Derse ne zaman başlayacağımı soruyorlar. En fenası koca koca gözleriyle gözümün içine bakıyorlar heyecanlı, ama sanki medet umar gibi. O an kalmaya karar verdim. İstanbul'da beni böylesine bekleyen kimsenin olmadığını düşündüm bir an... Çocukların gözlerinde gördüğümdü, gitmemem gerektiğine beni inandıran."

İçinizi ısıtıyor insan ilişkileri gittikçe, anlatılan onca acının, gösterilen onca yaranın arasında. Belki çocukluğunuzda yaşadığınız mahalleye götürüyor sizi, sokakta delice koşarken size göz kulak olan komşularınızı çağırıyor zihninize... 'Kaybolmuş bir kentin eskicisi gibi makineleşmeye karşı duyguları toplar buluyorsunuz kendinizi.'*


"Gülümsedi. Gencecik gülümsedi. Silvan'daki kadınların çoğu gibi, onun da yaşı gülümseyişinde saklıydı. Elleri ateşte, bedenleri hayatın içinde, zamanından erken yaşlanmıştı çoğunun. Gerçek yaşları ise güldüklerinde belli oluyordu ancak." 
İki dünya koyuyor kitap en başından karşınıza. Biri sadeleşmiş bir hayatın zor yükünü sırtlanmış, diğeri kolaylaştırılmış bir hayatın kibirli ve ağır çantasını... Gözünüz, gönlünüz kitaba kayıyor...


"Dokunsam ağlıyorlardı ve gülüyorlardı dokunsam... (...) Sabahları beni görünce mutlu olan otuz iki çocuk vardı. Gördüğümde mutlu olduğum. Başka hiçbir şeye benzemeyen. Öyle güzel seviyorlardı ki, huzur veriyordu yanlarında olmak... Sebebim oldular hiç bilmeden..."

Yeniden okuyorum altını çizdiğimiz satırları; ellerimi uzatıyorum sıcacık... Çocuklar diyorum, tıpkı resim defterlerine çizdikleri çiçekler kadar güzeller. Bir arkadaşımız dillendirdi, henüz 2 gün geçti üzerinden; "güllerin ateşten doğduğuna inandım hep"** dedi... Sahiden... Tıpkı onun inandığı gibiydi belki, gül gibi tüm çiçekler doğuyordu ateşten...

Sonra "biz de yapalım!" diye not aldığımız bir paragrafa dayanıyor gözlerim. Ahmet Arif'in şiirindeki gibi 'çayı kardan demleyen' Mehmet öğretmenle sohbet ilerliyor.

Bayramlar geliyor, sınıflar süsleniyor. Çocukların heyecanı çocukluğunuzun mutluluğuna dolaşıyor, beraberinde içinizi de sızlatarak. "Bayramları her çocuktan biraz daha fazla seviyorlardı belki. Onaylanmış mutluluk! Bugün sevinebilirsiniz, bugün bayram. Bu yasak değil!" Üzerine susuyor insan her seferinde 'burdan' 'oraya' bakarken...

“Öyle bir severek bakıyorlardı ki yüzüme; hasta yatan anneleri ya da ablaları gibi… Bu kadar karşılıksız sevilmedim hiç.” diyordu minik yüreklerin biricik örtmenleri… Emindim aynı yerde gözlerimizin nemlendiğine, belki hasretle… Şimdi bunları okurken diyorum, nasıl olmak istemez insan o öğretmenin yerinde ya da o çocukların… Zaman ve durduğumuz yer öyle çok alıkoyuyor ki bizi yüreğimizdekileri göstermekten… Ertelediklerimizi sırtımıza yük yaparak yaşıyoruz. Herkes hasret böylesi temiz ve karşılıksız sevilmeye lakin öylesine cimri sevgisini göstermeye… Hal bu olunca, daha da anlamlı insanın okuduklarından gördükleri. Kıt kanaat yollarda lakin geniş zamanlarda bir sevmek bu…


Kitap durup durup sizi bamtelinizden vuruyor nitekim. Her biri hissedilerek yazılmış onca cümle, sanıyorsunuz ki içinizden kopup gelmiş her biri. İnsanız benziyoruz birbirimize… Hayata uzaklaşmadan önceki halimizi izler gibi bazen, bazen gördüklerinden de ötede… Zamanı, anlayışları, ayrımları ters yüz etme çabası… Anlamak için susmak gerekiyor biraz, onca kavganın ortasında diyorsunuz keşke bir an herkes susabilseymiş. Ve anlamak için doğmak gerekiyormuş insan karşısındakinin doğduğu yerden…

İçinden geçtiğimiz cümlelerden bir demet yapıyorum şimdi, susarak anlatmak için…



“Sözlere hiç gerek yoktu. Uzun uzun anlatmaya çalışmalara da… Samimiyetin sözsüz dili Türkçeden de, Kürtçeden de daha anlaşılırdı…”
"Ev dediğinde aklına ne geliyor? Belli bir adres mi sadece? Bazen dışarıdan örülü duvarların içindeyken ev, bazen de içinde ördüğün olur. Sen istersen evi içinde de taşırsın."
"Bazı geçmişler, bazı lafları kaldıramaz, incinir..."
"Ayrılığın bir kokusu vardır. Metalik, sessiz ve soğuk… Her geçen gün daha da keskinleşen bir koku..."
“ “Örtmenim” dedi, “size bir şey diyecem. Bugün defterlere bakacaksınız ya… Kaplamamızı söylemiştiniz. Ben üçünü kaplayabildim. Elime para geçince kap kağıdı alıp öbürlerini de kaplayacağım…” Öylece kalakaldım. Sekiz yaşında bir kız çocuğu… “Elime para geçince…” Onun yaşında bir öğrencinin göstereceği mazeretler belliydi: Unuttum, babam kap almadı, yarın kaplayacağım vs… Emine’nin cümlesi kendi sorumluluğunu bizzat kendisinin taşıdığını gösteriyordu. Ailesi köyde yaşadığı için, dedesiyle kalıyor, her işini kendisi görüyordu. Defterlerinden yalnızca Emine sorumluydu. Ve biliyordum ki dediğini yapacak, kimseden bir şey beklemeksizin eline geçen ilk parayla defterlerini kaplayacaktı. Bana toka almaya kalkmasaydı bu işi halledebilirdi, ama o böylesini tercih etmişti…” ”
“Anneleri dünya tatlısı bir kadın: Gülan Teyze… Türkçeyi konuşurken zorlandığı için ara sıra kızlarından yardım isteyişi… Bulamadığı kelimede gözlerine yerleşen keder... Anlatamamak ne fena…”
"Farklı saflarda yer almış, sevdiklerini kaybetmiş iki sevgiliyi, iki kardeşi, iki babayı ya da hep söylenegeldiği gibi iki anneyi yan yana oturtup dinleseler, hangisinin biz’den, hangisinin onlar’dan olduğunu bilmeden… Sadece gözünün yaşına baksalar… Kimin kim olduğunu ayırt edebilirler mi? Ya da bunun bir önemi olur mu? Giden aynı yaşlarda, acı aynı büyüklükteyse… Tartılabilir mi?”
“O beni sevdikçe daha da hırçınlaşıyordum, benimki yetmeyecek endişesinin ezikliği içinde…”
“Bana söz verdi, bir gün çayı kardan demleyip içeceğiz.”

Toplamak zor bunca dağılmışken, yeniden... Sustuğumuzda söylenmiş daha çok şey var; kapıyı aralık bırakıyorum şimdi ben… Başında da dediğim gibi acıtarak bitiyor hikaye, gözü yaşlı ve her seferinde belki aynı kaderi yaşayıp duran çocuklarla, kırık dökük terkedilmiş koca bir aşkla satır satır konuşturup çokça susturuyor…  Öfkelendiriyor, "başka bir çaresi yok muydu, böyle bitmemeliydi" dedirtiyor...Anlatıyor, anlatıyor…

'Kaç zil kaldı örtmenim?' hikayesine sizi de çağırıyor…
* Hüseyin Eroğlu
** Gülşen Çağan






Dip Not: Bu kitapla tanışmam da büyük emeği olan ve bundan henüz haberi olacak sevgili blogdaş Seyhan'a teşekkürlerimle... (;





Ayrıca bu kitabı okuyan dostlarımıza  aynı konulu 'İki Dil Bir Bavul' adlı belgesel filmi de izlemelerini ısrarla tavsiye ediyorum.






Filiz Aygündüz Kimdir?

1971 yılında İstanbul’da doğdu. Mimar Sinan Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Matematik bölümü mezunu. Çeşitli liselerde matematik öğretmenliği yaparken, Topaz, Go, Cosmopolitan dergilerinde serbest muhabir olarak çalıştı.

1995 yılında Duygu Asena’nın çıkardığı kadın dergisi Kim ve kültür sanat dergisi Negatif’e yazmaya başladı. 1999 yılında öğretmenlikten istifa etti. Aynı yıl, Asena’nın dergileri kapandıktan sonra Milliyet Gazetesi kültür sanat servisinde ve Milliyet Sanat dergisinde muhabirlik yapmaya başladı.
2007 yılında Milliyet Gazetesi kültür-sanat servisi müdürü oldu.
Milliyet Sanat dergisinde muhabirlik, editörlük, yayın koordinatörlüğü görevlerinde bulunduktan sonra 2008’de derginin genel yayın yönetmenliğine getirildi.

Halen Milliyet Gazetesi kültür-sanat servisi müdürlüğünü, Milliyet Sanat dergisinin ve Milliyet Gazetesi'nin çıkardığı aylık kitap eki Milliyet Kitap’ın genel yayın yönetmenliğini yapıyor.

Hakkında Yazılanlar:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...



Counters
Free Web Counter