Cuma, Ekim 29

'Bir karıncayı sevmekle başlayacak herşey; sıra 'insan'a gelecek ! '



Dışarda dün geceden beri çisil çisil yağan bir yağmur..kıyık duran pencereden içeriye mis gibiye yakın bir toprak kokusu giriyor..yani mis-li is-li bir karışım toprak kokusunu koluna takmış geziyor da diyebiliriz...
neyse ben de camın önünde elimde çay fincanı yağmuru izliyorum..
o sırada acı acı havlayan bir köpek sesi duydum.
akabinde 3-5 çocuk yan bahçeye doğru koşarak bahçe duvarından atladılar, ellerinde sopalar.!
bilin bakalım bu ufaklıklar kim: mustafa ve çetesi!

bu güzelliklere nasıl kıyılır..

hani size bahsetmiştim ya matematikle arası bunalımlı olan arkadaş.
diğerlerinin de ondan eksik kalır yanı yok haytalık konusunda!
bi kez daha anlamış bulunuyorum ki bu çocuklar uslanmayacak!
zavallı köpek kaçıyor bu canavarlar elinde sopa taş saldırıyor!!

geçenlerde haberlerde hepimiz izledik malesef bir genç (insanlığından gittiğinden emin olduğum bir genç!)kılıklının bir kediyi tepe tepe nasıl ezdiğini !!
daha çok olmadı en son pazartesi muhabbet kralı programında bu konu açıldı yeniden!
bunun üzerine düştüğüm dehşet bugün yine gözümde canlandı!!
o sırada camdan aşağıya neler bağırdım hepsini hatırlamıyorum ama bir hayli tehdit yağdırdım bildiğim tek şey bu!!ah ahh kardeşimi çok aradım!
bir insan evladı, savunmasız bir hayvana durduk yerde niye saldırır yahuu hayret bir şey!!!
bu çocuklara hayvan sevgisi aşılanmamış onu daha evvel görmüştük ailecek (en azından).(umarım herhangi bir canlının sevgisini taşıyorlardır diye de ümit ediyorum..)
ama o zaman birşeyler anlatabildiğimizi sanmıştım.

şimdi şöyle anlatayım; yazın bizim balkonda duvara asılı saksıya bir kumru iki adet yumurta bıraktı.
daha evvel de gelip aynı mekanda çocuk büyüten kumrularımız oldu ayrıyeten:)
hayvanlar sevildiğini biliyor azizim!

sevgili kumru ailemiz

birbirlerine de haber veriyorlar eminim; "bak şu evde oturanlarla aramız çok iyi suyumuz aşımız solucanımız karşılanıyor, çocuk yaparsanız orda gidip büyütün,valla çok rahat ettik birbirimizi de pek sevdik" gibi tavsiyelerde bulunuyorlar(: öyle düşünüyorum.
neyse bizim anne kumru günlerce üzerinde oturdu oturdu o sıcaklarda birgün yavrular çıktııı !
yavruları beslemesinden onları korumasına her davranışlarını sabahın 6'sından itibaren izledik evde olduğumuz süre içerisinde.
sonra yavrular büyüdü anneleri bu çocukları sık sık yalnız brakmaya başladı.
sabahları erkenden geliyor, besliyor, sonra da kanat hareketleri yaptırıyordu.
ama görmeniz lazım nasıl hayranlıkla izliyoruz, gözlerimizin önünde belgesel çekiyorlar:)
anne saksının ucunda  kanatlarını çırpalayıp duruyor, çocuklar da bir gayret annelerini taklit ediyorlar:))
neyse birkaç gün sonra oturuyoruz cama birşeyler çarpıyor baktık.
perdeyi bir açtık yine bu çete!! zaten o zaman adları çeteye çıktı!
ellerinde boncuk tabancası anneyi hedef almışlar, balkonun yanında duran pencerenin kenarında gözü çocuklarında hareket bile etmiyor anne kumru bu sırada...
camı açtık çocuklara neler diyoruz önce güzellikle anlattık "bakın yazık yavruları var(demez olsaydık..), doğru mu yaptığınız savunmasız bir canlının canı yakılır mı !" diye..
o sırada anne tam başımızın yanında kafasını eğmiş gözü çocuklarında!..
(bu görüntü hala gözlerimi dolu dolu yapar..nasıl bir içgüdüdür onlara birşey olmasın diye yanlarına bile gidemiyor ama gözü hep üzerlerinde kendinden geçmiş durumda..)
neyse çete ateşkes yaptı biz de sandık ki  üzüldüler bilmiyorlardı da yeni öğrendiler yaptıklarının yanlış olduğunu!
çok geçmedi ben balkon camında perdenin arkasından izliyorum bi tanesi kalktı yukarıya doğru nişan aldı yavrulara! ateş!!sonra da hemen eğildi oturdu yere saklanıyor..
Allaaaah tutmayın beni işte o zaman..!
kapıyı açtım ama neler söylüyorum, bu kadar sinirlendiğim zamanlar çok fazla değildir!
çocuk karşımda yeminler ediyor abla ben yapmadım valla diye!!
bi de yalan söylüyor yahuu!!
gel de naparsan yap!!
"çabuk ailenden birini çağır" dedim, "ne utanmaz arlanmaz vicdansız şeylersiniz siz ya" dedim!
"çabuk çağır" diye bas bas bağırıyorum.çocuk yalvarıyor "abla valla ben yapmadım nolur bi daha olmaz gidiyoruz" diye!(çelişkiye bakın!)
en iyisi ailesiyle konuşmak, olmaz ki böyle!..daha şimdiden hayvanları öldüren büyüyünce neler yapmaz..
bu kadar ciddi evet..
yüreğinde merhametle yetişmezse bir çocuk ilerde sen ondan merhametli olmasını nasıl beklersin!
bu sırada bizim aile bireyleri de çıktı kardeşim de evde.saçlar bonus sakal bıyık falan almış başını gitmiş bir parmak sallama hareketiyle bizim çete pırrr!!(:
yani bu kadar etkili olacağını bilsem daha evvel çağırırdım..(:
..
ama ortada bir sorun var bu kesin.
( ortada 'bir' sorun mu var dedim! dilim sürçmüş olsa gerek pardon.) ortalık sorun kaynıyor demem gerekiyordu..bizler de bıkmadan ortalığın çözüm kaynayan günlere dönmesini bekliyoruz!)

 İnsan olabilir, hayvan olabilir, bitki olabilir her hangi savunmasız bir canlıya nasıl gözünü bile kırpmadan kıyabiliyor insanlar!!
kıyabilmek ya canını yakmak!!sadece sivrisinek öldüren bir insan olarak, tüm hayvanlara aşırı bir sempatim var kıyamam!!kaldı ki herhangi bir canlının yaşama özürlüğünü elinden alamam!kimse alamaz!!ama alıyorlar işte..

hayvanlara yapılanlar ortada..
ya insanlara yapılanlar!sinek öldürür gibi öldürüyor millet anasını, babasını, kardeşini,yeğenini bu kadar yakınını ya!!
ve tuhaf kimse de demiyor ki bunu niye yaptın senin sorunun ne??
kimse araştırmıyor???
kimse 'bu insanlar neden insanlığından gidiyor' demiyor!!!
cezan bu gir içeri yat,en kötüsü müebbet! bazen bir insanın canı üç beş kuruşa kotarılıyor!
para cezası diye bir şey var bu ülkede öyle ya!

yani bu insanlar içeri girince ya da parayı verince ayırıveriyor sanki iyiyle kötüyü, "aaa ne ayıp etmişim bi dahaa yapmıcam" falan diyorlar sanki..
ama sorun ne bilen yok!!!
böyle bir sistemin girdabında herşeyin daha güzel olacağı günleri bekliyoruz..

birden birşey olacak; insanların kalbinin koronerlerinden sevgi, merhamet, insaniyet falan pompalanmaya başlayacak!bu yüzden 'kimsenin bu hususta birşeyler yapmasına gerek yok' mahiyetinde bir tavır söz konusu!!
neden çünkü daha ehvel sorunlarımız var bizim!
"resepsiyona katılsam mı katılmasam mı ay bilemedim şimdi'yi düşünüp duruyorlar ya..!
bu bunlardan daha önemli bir konu ben de burda nelerden yakınıyorum..hayret birşeyim yani!

...
yahuu ceza dediğin biraz eğitici olur!bişey olur ki o cezada adam yaptığı yanlışı anlasın!
bişeyler öğrensin..kaybettiği neyse bulsun!
sorunu neymiş bir araştır yani!
bu kadar mı meşgul bir ülkeyiz biz yahuu,peki bundan bizim niye haberimiz yok!!
gördüğümüz kadarıyla herkesin birbirine laf yetiştirecek kadar bol vakti var!
yoksa ağızlarından çıkanı kulakları duymayacak kadar meşguller de bizim kafa mı basmıyor!??
**

izlediğim belgesellerden biri amerikanın bir eyaletindeki mahkumların hayatını konu almıştı..
bunların hemen hemen hepsi cinayetle yükümlü..
herbirine birer köpek veriliyor(bunlar toplanıp aşılanan sokak köpekleri),onlardan bu köpekleri eğitmeleri isteniyor..herşeylerinden sorumlular..
o köpeklerle aralarında kurulan bağ yüzlerindeki vahşi ifadenin makyajını döküyor yavaş yavaş..
gittikçe bağlanıyorlar hayvanlara..içlerinden biri rahatsızlansa sorunu neymiş öğrenene kadar başlarında bekliyorlar..
onlar köpeği eğitiyor, köpek onların yüreğini yumuşatıyor..
içerde boş boş zaman geçirmedikleri gibi sorumluluk alıyor, merhamet duyguları uyanıyor, aynı zamanda da sokak köpekleri burdaki gibi zehirlenip öldürülmek yerine yoldaş konumunda eğitilip evcilleştiriliyor.
böylece birşeyler değişiyor evet!

sonra hırsızlık suçu işlemiş insanlar yardım derneklerinde çalıştırılıyor..
yani insanlara işe yarama becerisi kazandırılıyor!!
eğitici cezalar azar azar birşeyleri değiştiriyor..en azından birşeyler yapılıyor!!
şimdi bir de bu tarafa dönersek!!
susayım mı  ben!

dışardan birşey alma gereği duyuyoruz ya hep! illa ki benzeyeceğiz ya onlara..
hani biz! "doğuya giden bir geminin güvertesinde batıya doğru koşarak batılılaştığını zanneden" biz!
biz onlardan ne alıyoruz peki??
hepimiz görüyoruz az buçuk bunu..
daha çok açılıp saçılarak hayırlı birşey aldığımızı düşünen varsa açık açık söylesin!

neyse nerden geldim ben bu konuya..?
belliydi bu kadar dağılacağı içime doğmuştu..
ben hayvan sevgisinden gireceğimi sandım nereden çıktım..
aslında durum şu; birbirmizin ve doğadaki tüm calıların yaşama hakkına saygı göstermek..'saygı'..hep unutulan,yok sayılan bir kavram haline gelen hani..
günlerden birgün çıkıp gelen onların evini yurdunu dağıtıp yerleşen, atmosferlerinde yama yapılamayacak kadar büyük delikler açıp sonra da yaptığına şaşırıp sonuçlarını inkar eden insan topluluğu.. sanırım işe sizden özür dileyerek başlayabiliriz..

sizi daha iyi tanıyarak,belki barış ve uyum içinde yaşayabilmeyi sizlerden öğrenerek..
sizleri severek sevgileri pekiştirip yeniden temize çekebilmek..!






derken' bir karıncayı sevmekle başlayacak herşey, sıra insana gelecek!..'


-Ebr-i Nisan-

Cumartesi, Ekim 23

'Kış güneşi'..


"..cep telefonunu 'nee!' diye açmaya başladıysam kış gelmiş demektir" diyordu gülse birsel bir yazısında.
çok gülmüştüm katılmıştım da..:)
anlıyorum kendisini; lakin benim serotinin dengem de bozuk!..

örneğin bu sabah güneş vardı.
eve güneş düşmüş; perdenin kenarından süzülen ışık demeti odanın içine yol yapmıştı..
erkenden çağırıyordu insanı ki kalktım; gece sabaha karşı uyumuş olmama rağmen..
sonra güneş topladı saçlarını, bulutların arkasına saklandı..gittikçe uzaklaştı..
yüzümden düşen bin parçayla dolanıp durdum evde..
çok üşüdüm..
içim ayaz, dışım ayaz..
elimdeki kahve fincanının sıcaklığına sokuldum biraz..
sonra üzerime kalın bir hırka alıp dışardaki ayaza vurdum kendimi..
okul dağılıyordu bir taraftan..ben güneşle konuşuyordum..
kış, güneşin tatil mevsimi malum:P azar işittim tabi kendisinden..onun da hakkıydı:)
(deli misin sen diyebilirsiniz hakkınız tabi:)) bişey diyemem:)

bir kitapçıdan içeri daldım..etrafa nefis bir kahve kokusu yayılmıştı..(kahve kokusu ve kitap kokusu, daha güzel başka bir koku var mıydı..)
bir çocuk sipariş ettiği kitabın gelip gelmediğini soruyordu..
iki tane genç son günlerde meşhur olmuş bir kitapla ilgili derin bir tartışmaya dalmıştı..
camın önündeki küçük ahşap masada kokusu heryere yayılmış kahveler yudumlanıyordu tebessüm dolu bir sohbete vesileydi belki de..
içerisi sıcacıktı..içim sıcacık oldu..
bir hayli oyalandıktan sonra elimde k dergisi ve ntv bilimle çıkarken gülümsediğimi hissettim..
dışardaki soğuğa gülümsedim,yavaş yavaş adımlarken yolu..'ne?' dedim, 'ne peki bu??'

eskiden de bu kadar üşür müydüm, sevmez miydim kışı..
ya da kışı sevmemek için bahanelerim mi var artık?..

'sevmez olur musun' dedi içimdeki ses..

**
eskiden, ilkokuldayken sobalı bir evimiz vardı..evden çıkmadan daha diğer odalara geçerken buhar olur göze görünürdü nefesimiz kışları..
beslenme çantası, suluk, bir de üstüste giyilmiş onca şeyin üzerine o zamanlar tonluk ağırlıkta olduğunu düşündüğüm sırt çantasıyla sefere gider gibi giderdik okula!..
sokak lambaları hala yanıyor olurdu..
kar varsa yanmıştık hem, hem de yaşamıştık:)..
okula giden yol yokuş aşağıydı ve bizden önce o yollardan geçen öğrenciler o yolu mutlaka buz pistine çevirirdi..
önce birimiz düşerdi..sonra ona gülüyorum derken diğeri:) ya da cümbür cemaat:)

karlı kış günleri okulun teneffüs saatlerini beklemek ayrı bir eğlenceydi..
öyle ya..kar yağmış kardan adam yapılacak daha, kar topu oynanacak, arka tarafta basılmamış yerler keşfedilecek!:)
araya ders sokuyorlardı ya kış günü, insanın asabını bozuyorlardı :P
zil çalmadan yetişsin isterdik herşey..
o karın tadı, son teneffüsün son saniyelerine kadar çıksın..
deliler gibi oynar içeri kardan adamlar şeklinde girerdik..
o zaman üşümek aklımıza gelmezdi- sabah sabah okula gitmek için sıcak yatağımızdan çıkarken hariç tabi ;)-

sonra eve gelirdik..soba yanardı..çıtır çıtır ederdi içinde yanan odun..
üzerinde duran demlik ıslık çalarak kendince bir ezgi tuttururdu. sonra sobanın harareti artardı ki ağzına geleni saymaya başlardı demlik(:
çay demlenirdi..çizilmiş kestaneler yerini alırdı..bu ikisinin kokusunu aynı şekilde bir daha hiç alamadım sanki..
sıcacık bir odada sıcacık bir tablo oluşturulurdu..(daha sonra hatırlanıp içimizi ısıtsın diye muhafaza ediliyor.)
(mutluluğun resmi..)

o sobanın başına geçer, sıcaktan mayışırdık..kalktığımızda bir tarafımız kırmızı dolaşırdık (:
o odada uyur, o odada uyanırdık..
o odada yer içerdik, ödevleri sobanın başındaki mindere kururlur yapardık..
yün kazağımızın kolu yapışırdı bazen sobaya..
üzerinde çamaşırlar kururdu..
dışarı asılıp toplanmış yün kazakların kaskatı kesilmiş hallerine bakıp bakıp kahkahalara boğulurdum:)
sanki içinde insan varmış gibi sobanın başında otururlardı!
annem "oynama kırılır derdi!"kazakların kolunu indirmeye çalışırken..
çatır çutur sesler çıkarırdı zira..yün kırmak da ayrı bir zevkti:P

sıcacık odanın penceresinden yağan karı seyrederdik sonra bol bol..
üşümezdik içerde..içimiz de üşümezdi..
ve üşüyen birilerinin olduğundan habersiz beyaz puantiyeli bir gecenin içinde uykuya dalardık..

en çok tatil çağrıştıranlardandı bir de 'kar'! - 'kar tatili!'(:
'daha çok yağsın-dı okullar tatil olsun-du ..'
dualar ederdik:)
tatil olurdu, biz okula gitmezdik ama mahallede kar topu savaşı için yerlerimizi alırdık!:))
çamaşır leğenleri kızak niyetine kullanılır,o yokuştan aşağı yarış yapılırdı..
her apartmanın önünde o apartmanı bekleyen bir kardan adamı olurdu..
burnuna havuç, gözüne kömür..boynuna atkı..

kış deyince kar gelir hep aklıma..yüzümü dışarı çevirdiğimde kışı görmek isterim..
üşüyen kimselerin olmadığı bir kışı ama..
herkes sobanın etrafına toplanmış..dışarısı istediği kadar soğuk olsun kime ne..
kalorifer demiyorum ama hiç,söylenip duruyorum hala kendisine!..
çocukken "bunda kestane pişmiyor  kiee!" diye dışlamıştım şahsı, dışlayış o dışlayış!
ısıtamıyor da doğru dürüst..belki insanlar kova kova odun kömür taşımadığı için atmıyor fıtıkları, belki sobadan zehirlenmeyi önlüyor.. ama bunların yerini dolduracak birşeyler muhakkak çıkıyor da..!
şu doğal gaz icat edildiğinden beri sıcak kış günlerini rüyamızda görüyoruz..zira bu doğal gaz'ın pek doğal olduğunu sanmıyorum..ya da fazla mı doğaldır nedir.!..az yaksan ısınmıyorsun, çok yaksan fazla birşey değişmediği gibi cebini yakıyor kışın zam şampiyonluğunda belki domatesi bile sollar!.:)
bütün şehri doğalgaza geçirdikleri halde akşam is çöküyor insanın üzerine..!nasılsa hala..
"sobanın gözünü seveyim bee" diyen diyene..

bunları düşünerek yürürken evin önünde buldum kendimi..
soğuğa karşı yürümek iyi geldi diye girdim içeri..
içimdeki karmaşayı çözer gibi oldum sanki..
Güneşe küsüp, kışa bozuluyorum belki..
içimi üşütenler arttıkça da daha fazla bozulacağımı biliyorum ve de..
'mazaretim var asabiyim ben!' pozlarındaki insanlara dönüyorum..eh buna da en çok kış mevsimi uyuyor napalım:P

ama şunu da biliyorum ki; 'kışın en soğuk zamanında bile, içimde yenemediğim bir yaz var benim!'*..benim de!..

güzel bir kış geçirmeniz dileğiyle..(;

şimdiden evet.)

-Ebr-i Nisan-
--------------------------------------

*"kışın en soğuk zamanında, ben nihayet içimde yenemediğim bir yaz olduğunu öğrendim."-albert camus

Çarşamba, Ekim 20

Kuytuların Sesini Duyabiliyor musun?*

Çok fazla kelama gerek yok..
Bu yazının burda da olmasını istedim..tıpkı başucumda durduğu gibi..
okuyanlar vardır ama okumayanlar da vardır eminim..
tekrar tekrar okunası bir yazı bu..gözümüz karardığında, nerde olduğumuzu unuttuğumuzda, konuşmamız gerektiği yerde sustuğumuzda, boş boş durduğumuzda,insan olmanın ödevlerini unuttuğumuzda... hatırlayalım diye..bir de tabiki dilimiz şikayete yeltendiğinde en çok..

"Neredeyiz?
Nerede unuttuk kendimizi?
Nerede kapattık gözlerimizi?
Kuytulara uzatabilir misin ellerini? "

kuytuların sesini duyabilir misin??!


 

Kuytuların sesini duyabiliyor musun



Olamadığımız yerleri var hayatın. Olamadığımız, geciktiğimiz, çekildiğimiz kuytular var hayatta. Uzağında durduğumuz, kenarında oyalandığımız, kendimizi kalıbımızla da kalbimizle de ortaya koymaktan kaçındığımız gölgelikleri vardır hayatın. Utandığımız için gözümüzü kaçırdığımız, kendimizle yüzleştirdiği için yüz çevirdiğimiz yüzleri var hayatın.



Keyfinin tam ortasında arabanın camında beliren cam silicisi çocuk, mutluluk çitlerini kırar, huzur kalelerinin taşlarını düşürür. Para versen, çocukları/nı böyle çalıştıranları onaylamış olursun diyenlerin çığlığı yükselir kulağının dibinde. Vermesen, vicdanın o masum yüze o gayretkeş ellere borçlu kaldığını fısıldar habire... Arabanın camında o yumuşacık bez aslında seni siler gibidir hayattan. Orada olmamayı, o çelişkinin içinde sancılanmamayı o kadar arzu edersin ki..

Sana çay, hatta yemek ısmarlayacak kadar cömert olduğunu gördüğün arkadaşınla sohbetin tam ortasına uzanıveren dilenci elinin “Allah versin!” diye geri çevrilmesi, oradaki varlığını kıyısından köşesinden yırtar. Sana yapılan cömertliğin de sahte olabileceği gelir aklına. Yapılan yanlış “insan”a doğrudur; sen de insansan sana da yapılabilirliğine içerlersin bu eylemin. O an, işte o an, hayatın püsküllü taraflarını, iğneleyen saçaklarını süpürerek, keserek, uzağa atarak kurduğun konforun makyajı dökülür. Kendini oracıkta yakalanmış bulursun.



Seni kaçtığın yerlere çağırır, gözlerini kaçırdığın hüzünleri yapıştırır o anlar.



Çok değil, on yıl kadar önce elinin altında bir şen şakrak birer çocuk olan gençlerin seri katiller edilivermesi karşısında, nasıl da inkâr şemsiyemizi açıveriyoruz. Bir katilin çocukluk fotoğrafına bakmanı öneririm. Bakın ve o yüzdeki masumiyeti silmekte katkın olup olamayacağını sor kendine.



Çok değil sadece on yıl önce sarı saçlarını okşamaya kıyamadığın, meneviş bakışlarında masumiyeti okuduğun kız çocuğu şimdilerde karşına, kişiliğini dişiliğine, dişiliğini de bedenine indirgemiş bir “lolita” olarak konuyorsa, kişiliksiz, kimliksiz, isimsiz, seviyesiz nice şehvetlerin odağına sürülüyorsa, on yıl öncesinin “masum”unun bugünlerde böylesine masumiyet katili haline gelmesinde katkının olup olmadığını bir sorgula.



Bir yerlerde susmuş olmalıyız ki, bebeleri katil yapmaya hevesli olanların sesi daha gür geldi onların kulaklarına. Bir yerlerde pusmuş olmalıyız ki, bebeleri uyuşturucunun kirli kuyusuna çekenlerin elleri bizden önce yetişti ellerine. Bir şeyleri unutmuş olmalıyız ki, çocukların gül yüzlerini şehvet kuytularında kirletenlere kaldı meydanlar.

Suçla anılınca biri kendimize hemen yabancılaştırırız onu. O delikanlı, sanki bir annenin ana kuzusu değilmiş, sanki bir babanın umutlar bağladığı oğlu değilmiş gibi. Uyuşturucunun kirlerine yakıştırır hale geldiğimiz o genç kız, sanki bir zamanlar şarkılar söyleyen tatlı, masum bir kız çocuğu değilmiş gibi.



İlle de kendimizden uzağa düşürürüz onları. Babaları bize benziyorsa rahatsız oluruz. Bizim yaşadığımız mahalleden çıkmışlarsa, onları bizim çocuklarımızdan farklı yapan gerekçeler arayışına gireriz.



Biraz üzerimize alınsak diyorum, kısaca.



Bir bebeğe kıymak ne kadar acımasızlık ise, bir delikanlıyı da o ölçüde dokunulmaz görebilmeliydik. Bir bebeği sokağa atmak ne kadar akıl dışı ve insaftan uzak ise, bir delikanlıyı da sokağın dumanlı “kıraathaneler”inde beslenen, sinsi kafelerde örgütlenen, yüksek reytingli dizilerde özendirilen kabalıklara/kabadayılıklara emanet etmek de o denli insafsızlık sayılmalıydı. Bir bebeğin sırf var olduğu için öldürülmek hakkı değilse, bir delikanlı da sıradan ve olağan “öldürme/öldürülme” haberlerini de o kadar hak etmiyor diye düşünülmeliydi. Bir bebeğin yüzünden kin ve nefret okumayı kimse aklına getiremiyorsa, bir delikanlıyı da harcıalem suçların tahmin edilir faili olarak aramak o kadar şaşırtıcı ve tiksindirici olmalıydı.



Neredeyiz?

Nerede unuttuk kendimizi?

Nerede kapattık gözlerimizi?

Kuytulara uzatabilir misin ellerini?


Senai Demirci

Pazar, Ekim 17

Severken abartıyoruz bazen evet:)) :P


Kaç gündür çiçek sulamaya gideceğiz..
malum anneannemler hala dönmedi..çiçekleri bize emanet.. seraları mı deseydim diye de düşünüyorum aslında..

günlerdir hava muhalefetiydi; tam çıkacakken yağmurdu derken ertelendi durdu..
ardından ben annemi biraz daha oyalamaya çalıştım..
şöyleydi böyleydi diye..
amacım bitkiler doğal seleksiyona uğrasın!
çok mu kötüyüm, öyle demeyin lütfen!

(bi açıklık getireyim bu arada ben bi saniye; bitki, çiçek falan severim o ayrı..ama doğal ortamında en en çok:)evde dozunda severim ama;) bir de öyle ilginç olacak, güzel kokacak bir de çiçek açacak! yoksa üniversitede bile bitkisel derslerden hazetmemişimdir ne kadar zorlasam da...))

annem "kesin öldüler" diyip duruyor ben de emin olalım diye içimden "beklemeye az daha devam edelim" diyorum..lakin güçlü olanlar ayakta kalsın ki evde yer açılsın..!

dedemle anneannemin çiçek sevdası biraz farklıdır; fazlacadır..eve gelmiş tanrı misafiriymişcesine sahiplenirler hepsini, kendi hallerinde ölüp gitmeden de kattiyen atmazlar..(o evde genelde ölmezlerde o ayrı!)

ve bu çiçekler öyle oturduğum yerde kalayım da demez habire dallanıp budaklanır; yeni ve daha geniş saksılar ister,yanındaki kökten sıkılıp "alın şunu şurdan" diye onu saksının dışına itekler durur,
periyodik olarak da "suyum nerde kaldı, suyumu getirin benim!", yok efendim "güneşimi kaybettim, solarım görürsünüz, besinsiz mi kalayım" gibi kendini acındırma hallerinde bir tehditkar tavırlar sergilerler..
bu söylediklerini duymazsınız belki ama öyle bir tavır koyarlar ki arada, mecbur bırakırlar sizi..

hepsiyle tek tek ilgilenmek gerekir..karbondioksit vermek gerekir..konuşmak lazım..sevmek lazım..
sonra bir yere gitmeye kalkarsınız tatile falan, arkanızdan ağlarlar! başınıza bela olurlar- fazla iseler:)- "biz ne olacağız" bakışları vardır bir mesela "biz evde mi oturacağız yani "der gibi bakarlar insana..! millete sıkıntı olmasın diye gitmeden bir de içi su dolu leğenlerin içine saksı yerleştirme derdi çıkar- genelde gece gece-..
bi fotosentez yapacaklar diye çektiğimiz çileye bak!
saldıkları oksijen de biçok biçok sanırsın çam ormanlarının arasındayız.!
hayır sadece oksijen üretseler neyse yine, tüketiyorlar da!
'yok canım' diye inatlaşan insanlara rastlamıştım evet, canlı kardeşim bunlar solunum yapmayacak mı sanıyorsun??! Allah'tan kendi besinlerini üretiyorlar da, ekstradan suyun yanında 'öğünüm geçti 'derdi yok..!)

ne diyorduk? hah, anneannem ilgilenme işini çok güzel yapar yalnız.
evde 40 dan fazla saksı var hepsiyle ilgilenir..bu arada bu 40 dan fazla saksıda 40 çeşit bitki yok..ayrıca çiçek açan türde çok denemez, bazıları pek sevimsiz kokar..ve anneannem o bitkilerden düşen yaprakları hala köklendirip dikmekle uğraşıyor!yani bir tane olsun o çeşitten, 3-4 taneye ne gerek var??..
şimdi gelince kaldığı yerden devam edecek biliyorum ben!.

vallahi dışardan bakınca, bakamayacak kadar çocuk yapmış gibi bir halleri olsa da bakıyorlar o ayrı..:P
"bu evin işi hiç bitmiyor" dediklerinden anlaşılıyor en çok da canla başla çalışmaları:))
gün boyu orda olduğumuzda bu 'iyi bakıma' şahsen şahit şu gözler..
koskoca saksılar güneş kovalar durur..
oturuyoruz anneannem kalkar "ayy güneş şu tarafa dolandı ben şu sarıdünyayı şu tarafa taşıyım sever o güneşi, oyoyoyoyy dizlerim" diye kalkar! o koca saksıyı istediği yere götürür!biz varken beraber yaparız, ama en az yılın yarısını birlikte yol aldıkları kesin!
dedem ayrı bir hizmet içerisindedir..saksılar illa cam kenarlarında ya da cama yakın duracak ya..cam kenarına sığmayanların altına tahta parçaları çakar, durduramayız..bütün cam kenarları küçüklü büyüklü tahtalarla dolu!
işte böyle bu sevda bitmez! bana da maşallah demek düşer sanıyorum:P biraz da kendilerine eziyet etmeden yapsalar hepimiz mutlu olacağız:))

neyse çiçek sulamaya geldik kapıyı açtııık.."biz daha ölmedik! heheeeyt" sesleri yükseliyor içerden belli hallerinden..
" hala yaşıyorlar ya hiç biri ölmemiş"dedim..annem planımı anladı tabi akıllı kadın:))
"anneannen duymasın keser seni" dedi..
şu canavarların yaptığına bakar mısınız! =)torunun önündeler ha! çok kıskandım canım!! aaa..

yanlarına gittim bi tanesi pis pis koktu sanki, "bu tavır bu asabiyet, bu 'ne sandın' halleri, meydan okumalar gözümden kaçmadı" dedim, "lakin bitkisiniz bitki kalın canım, ne evcilleşmesiymiş bu bu kadar" diye söylendim..
bir su verme işleminin daha sonuna gelip çıkarken arkamdan güldüler kesin ukala şeyler..

oysa benim fesleğenim öyle miydi; kafasını karıştırırdım güzel güzel kokardı,severdim, konuşurdum..su ve karbondioksit ihtiyacını karşılardım, güzel güzel anlaşırdık..ama böyle bir kalabalıkla uğraşamıycam, uğraşamam..saldım çayıra mevlam kayıra da büyütemem kusura bakmayın..

hem sevmenin de bir sınırı olmalı, yormamalı öyle değil mi? ;) abartmamalı..ki ilgi daim olsun, gönüller hoş..;)
ve tek eşli olmalı insan pardon tek çiçekli:P

-Ebr-i Nisan-

Cumartesi, Ekim 16

'İki Dil Bir BavuL'



Geçenlerde izlediğim bir belgesel filmdi 'İki Dil Bir BavuL'..
İnsan, hayvan, doğa, tarih, bilim, edebiyat, vs.. konusunu nerden alırsa alsın belgesel olsun, diyen bir belgesel delisi olarak 'Hayatımda izlediğim en güzel belgesel' ödülüne de layık gördüm kendisini..
Gözlerimde bir çocuk ışıltısı, sanki idealim buymuş da erişmeme az kalmış gibi izledim..oysa ki yollar ne kadar da farklı..


Bu belgesel yeni mezun olmuş bir sınıf öğretmeninin doğuda bir köye atanmasıyla başlayan bir yıllık eğitim-öğretim hayatını anlatıyor bize..
herşey herkes gerçek..
başını ne yazık ki kaçırmış olduğumdan bu öğretmenin köye gelişini, öğrencilerle tanışmasını, köye yerleşmesini görüp şahit olamadım..bitiminde en çok buna üzüldüm..yeniden rastlamayı umuyorum, kanal rehberine sık sık bakarak..


Öğretmenle öğrencilerin anlaşmaya çalışma çabalarıyla dahil oldum belgesele..
Çünkü çocuklar- hemen hemen çoğu- Türkçe bilmiyor, öğretmen de zerre kadar Kürtçe bilmiyordu..
İşi çok zordu anlayacağınız..
yıllardır burnumuzun dibinde duran bir gerçek vardı..
yıllardır, kendimizi bildik bileli aslında, sökülmüştü de dikilmesi için alfabe gerekiyordu sanki..ve bir başka dil..
o bölgede kalmış insanların, yani terör gerekçesiyle oraya buraya göç ettirilmeye çalışılmamış insanların, en yalın anlatımıydı bu belgesel..
işte ayan açık önümüzde duruyordu..
o kadar masum, o denli  saf ve o kadar öğrenmeye bilgiye aç..
kendi halinde yaşamı yol edinmiş, hayat ne getiriyorsa onu yaşayan, hayatlarımızın sadeleştirilmiş ve aslında 'mutlu' haliydi gördüğüm..evet..


kadınlar su çekerek çamaşırlar yıkıyor,o çamaşırları taşlarla döverek kirini pasını akıtıyor, sonra da kurusun diye taşlara seriyorlardı..bu görevi sıklıkla çocuk bedenlerin büyük elleri de üstleniyordu..
bu eller kendilerinden küçük kardeşlerine de bakıyordu aynı zamanda..
ve bir taraftan da çocukluklarına kaldıkları yerden devam ediyorlardı..


onların topraktan ve soğuktan çatlamış, esmerleşmiş elleri vardı..
o ellerden biri kaleme alışmaya çalışırken diğer eli defterin sayfasının kenarını tutuyordu kırışmasın diye..
gözlerindeki ışıltıyı öğretmenleriyle buluşturduklarında o genç adama bazen hayran bazen merak dolu bakışlar fırlatıyor kalemlerinin sayfalarla buluşmasına her seferinde daha düzgün çizgiler eklemeye çalışıyorlardı..


Öğretmenin çabası takdire şayandı o kesin..
kapının önünde oturan öğrencilerle konuşuyor ve "beni anlamıyorsunuz değil mi" diyordu gülümseyerek.."ben de sizi anlamıyorum, bilmiyorum ne olacak" ekliyordu sonuna da..yıllardır kimsenin çözemediğini çözmek için ya da sökülmüş yerlerini dikip iki dünyayı bağlamak için gönderilmiş gibi bir ödevi vardı sanki..
yaşadığımız hayat öylesine ortaktı..ama uzak düşmüştü işte..bir taraf almış başını gitmiş diğer taraf kendi haline bırakılmıştı..manzara buydu..ama bu belgeselde halinden şikayet eden asla! yoktu..o çocuklar tanımıyordu çünkü uzaklardaki hayatı görmemişlerdi..(tanımalarını da istemedim aslında izlerken..böyle mutlulardı çünkü..mutlulardı!)
ve onlar aslında eskiden bizim de yaptığımız gibi koca dünyanın büyük kaşifleriydi; kendi oyunlarını kendileri keşfediyor, kendi mutluluklarını kendileri kuruyorlardı..yüzlerine yerleştirdikleri 'bayram yeri' gülüşleriyle..

Sonra mevsimler kışa dönmeye başladı..
Öğretmen ve öğrenci işbirliğiyle yakılan sobanın başında daha da ısınan hayatlar alfabeyi sökmeye başladı..
heceleri birleştiriyor, yavaş yavaş okuyorlardı..
genç öğretmen her biriyle yanlarına oturarak tek tek ilgileniyor..hece hece okutuyor, yazıyor, ödev veriyor..sıra diğer öğrenciye geliyordu.( ki tabi bu genç adam arada çıldırıyordu da:)..annesi en büyük sırdaşı ve arkadaşıydı belli ki ve iyi ki telefon vardı:) )
iki öğrenciyi çıkarıp elele tutuşturarak tahtaya yazdığı 'el ele' sözcüğünü aslında tercüme de ediyordu..:)
çocuklar yavaş yavaş Türkçe'yi, öğretmen de az buçuk Kürtçe'yi söktü:)
Andımız ezbere okunmaya ve okutulmaya başlandı..

gözlerimi dolu dolu yapan öyle sahneler vardı ki..bunlardan biri de; evlerinde beton üzerine serili birkaç parça kilimden ve minderden başka bir şeyleri olmayan çocukların okuldan gelir gelmez yere uzanarak büyük bir açlıkla hevesle ödevlerinin başına oturmaları, bir çalışma masasına konforlu bir sandalyeye sahip olmadan buz gibi betonun üzerinde soğuktan esmerleşmiş elleriyle alfabeyi sökmeye çalışır halleri..( bu görüntü size neler düşündürüyor? bana öyle çok şeyi düşündürüp farkettirdi ki..)
ve ödevleri yapmış olmanın huzuruyla kapının önünde oynamaya  çıkan çocukluğumun dalye'sini geri getiren oyunları..


ardından bahar geldi..23 Nisan'ı gösterdi takvimler o sıcak şirin okulun önünde toplanıp bu günün anlam ve önemini soru cevap olarak işlediler..ardından öğretmen en arkada öğrenciler önde bir 23 Nisan şarkısı söylediler..:)Bayramı da güzelce kutladılar:)bende bir heves bir heves imrenerek izlemeye devam ettim tabii..:)

Fidan dikildi sonra genç fidanlar tarafından genç öğretmenleriyle, güneşli bir bahar günü..
veli toplantıları yapıldı..
öğretmen köyde velilerin evlerinde ağırlandı..onların içini inceden inceye sızlatan ve bizim bu sızıya belki de hiç bir zaman dahil olamadığımız konular karıştı sohbete..
yaşadıklarını anlatan baba Türkçe'yi öğreneli 11 yıl olmuştu..işe girerken sorulan kaç dil biliyorsunuz sorusuna da tabiki 2 diyecekti..
ve bununla dalga geçen aklı eksik bayan! içini sızlatacaktı o da dil mi diye..

ortada cahillik var evet..bu her alanda da kullanılıyor malesef..terör illetinin nerden geldiği, amacı,kimlerle işbirliği yaptığı bilindiği halde ordaki vatandaşların cahilliği kullanılarak üstlerine yıkılıp birt kürt sorunu olarak gösterilmeye çalışılıyor..o insanlar buna alet ediliyor!..onların gerçek sorunları hiç ediliyor..biz de önümüze sürülen açılımlardaki isim reformuna yetişmeye çalışıyoruz..bu konuda pek birşey söylemeye gerek yok aslında herşey ortada biraz düşünen neyin ne olduğunun farkında..
diğer yandan yine cahillik..konuşmasını öğrenemeyen insancıklar tarafından yaralanan yüreklere dönüşüyor..

bu ülkede insan taklidi yapan çok insan var malesef..ama sanırım bilmiyorlar 'doğmak insan olmaya yetmiyor!'

geçen gün bir programda kadının biri 10 çocuklu fakir bir ailenin babasını soygunculukla suçlarken - ki adam cahil, üçkağıt yapacak halde değil yüzünden belli- sunucu el koydu..sonra başka bir adam mikrofonu alarak dedi ki: "bu insanların yaptığını ima ettiğiniz üçkağıda bağıracağııza kravatlı dolandırıcılara ses çıkarabilseydiniz keşke!..işte o zaman bu söyledikleriniz mümkün bile olmazdı!.."
susuyorum ne denir doğru söze..ne eklenir..
"herkes hakettiği gibi yönetilir" demişti Çanakkale'de şehitliği gezerken tabyalardaki topların bir zamanın başbakanı tarfından başka ülkelere satıldığını! duyduğumuzda gezi grubundan bir bey, bir de şehitliğin karşısına dikilen villaların kimlere nasıl parsellendiğine şaştığımızda..ben orda da susmuştum..ne denirdi ki..

buraya nerden geldim sahi..??!
uçurumlarla dolu yerleri var yaşadığımız yerin zira..buna kim bir şey diyebilir ki..başka başka kökenlerden, milletlerden gelen insanlarla(aslında başından beri orda varolan da) huzur içinde yaşamayı bize zehir zıkkım eden! bir tek bu konuda belki de kendi halimize bırakılamıyoruz!

iki dünya vardı sanki izlerken önümde de..
biri sadeleşmiş bir hayatın zor yükünü sırtlanmıştı, diğeri kolaylaştırılmış bir hayatın kibirli ve ağır çantasını..
hangisini tercih ederdim.??.gözüm ekrana kaydı..

kafamda bir ton düşünce dolaştı durdu ama izlerken duyduğum huzurun tarifi yoktu..anlatamam..
nasıl özendim nasıl imrendim o öğretmene..
sabrım yetmez dediğim bugünün çocuklarından çok farklı gördüklerim..'aa gerçekten çocuk' diye sevinerek heyecanlandığım o minik yüreklerle, kendimize ait bir okulla, kendimize göre bir hayatı önümüze alıp elele vererek alfabeyi sökerdik biz de evet!..
bilinçaltıma yer etmiş hayalimin kıyısına itilmiş bir meslek varmış gibi aydınlığa çıktı sanki bir düş gibi..hala düşünüyorum..

yaz geldi belgesele ardından, öğretmen öğrencileriyle vedalaştı..eski bir arabanın arkasına bavulunu atıp seneye görüşmek dileğiyle yola çıktı öğretmen..çocuklar ardından el salladı araba kaybolana dek..

belgesel sona erdi..ve bana bu belgeseli hatırlatan cümleye geri döndüm: 'mutlu musun' diyordu kadına adam okuduğum kitapta..
mutluluğu gördüğüm en son kare gibi canlandı işte gözümde..

mutluluğa sahip olmak için ne gerekiyor diye sorsaydı zira ben; 'hayatta daha az şeye sahip olarak(daha çok konfor mahiyetinde tabikii) hayatın getireceklerini umut ederek yaşamak' derdim..

giderek komleks bir hal alan hayatımız elektronik cihazlar tarafından işgal edildikçe mutluluğun kaçacak delik aradığı kesin..

bense 'kaybolmuş bir kentin eskicisi gibi makineleşmeye karşı duyguları toplar buldum kendimi..'*



İzlemenizi öneririm kesinlikle eğer daha evvel rastlamadıysanız; bu yazıya gözü değip, uzayıp gitmiş haline inat sabırla okuyan sevgili okuyucular:)
internette de var zira..ben bu bilgisayarla izleyemiyorum o ayrı:)

sağlıcakla kalınız ;)..
         

*"kaybolmuş bir kentin eskicisiydi; makineleşmeye karşı duyguları topluyordu." hüseyin eroğlu

Ebr-i nisan: 04: 10

Çarşamba, Ekim 13

Dün'lük..bugün'lük..


Sevgili Blog,


kalemimi hantallaştırdığın için yazıyorum bugün sana biraz da..
(bunun için sana kızıyorum da bilesin..)
oysa çok da bilmeni istemediklerimi yazmaktı belki niyetim..
hani sana pek uymaz dedim..
gerçi içimdeki gibi darmadağın akıp gidecek sana beynimdekiler..ne kadarını anlayabilirsin??..
sana kısa cümleler de kurabilirim uzatabilirim de cümleleri..
**


okuyorum..durmadan..
bir değil bir kaç değil..çok..o kadar çok ki içinden geçtiğim satırlar..
başka başka kapakların altında duran hikayeleri insanların...düşünceleri..


daha önce gördüklerimi anımsatan dar sokaklarından geçiyorum sanki..birden yol genişleyiveriyor sonra..
bazen aynı yerlerde karşılaşıyoruz..bazen farklı bir yola sapıyorum dışarı çıkarak..


düşündüklerimi dile getirmiş cümlelerle dalıyorum uzaklara..
yazanların içimde uyandırdığı dalgaları geçiyor gözlerim..ufuk çizgisi oluyor bugün..


hem az hem çok..her birinden var şimdi içimde duyguların..
birden gözlerim dolup dolup boşalıyor..
hem yanıbaşımda varlığını hissettiğim güzellikler için, hem elimi uzatmaya gereksinim duymadığım vazgeçilmiş silinmiş kayboluşlar için..
kaybolan insanlara bakıyorum; renkleri solmuş gibi giderek küçülerek uzaklaşan varlıkların kayboluşlarına içimde..
bu kadar uzak olmak içimi serinletiyor..elime damlayan gözyaşıyla irkiliyorum..
acıyan gözlerim güçlenen yüreğim oluyor..
artık o noktada  durduğumun farkındayım..
baktığımda görebildiğim yerde olsalar da, kaybettikleri saygının üzerinde yürürken ayaklarımı kesmeyeceklerini biliyorum..hissetmeyeceğimi..
yanımdan geçen rüzgarlarını tanıyamamak acıtır mı içimi??..


kendimi çokça sorguluyorum bugün..öyle çok soru sordum ki hepsine cevap buldum mu hatırlamıyorum..
ve içinden geçtiğim satırlardan sorular duyuyorum bir de..:
"nasıl yaşadın, neden öyle yaşadın,neyi yapabilecekken yapmadın?
başka bir yol, başka bir anlam arıyordun..
yanlış zilleri yanlış kapıları çaldın, yanlış yollara saptın, yanlış insanları sevdin..
neden hayal ettiklerini ve düşündüklerini bu kadar küçümsüyorsun?!.."

ben bunların hepsinin anlamını biliyorum diye seviniyorum onlara bakarak.
yanlışların beni götürdüğü doğruları biliyorum..
içimde karışmış duygular gibi ayıklamayı öğreniyorum iyi'yle kötü'yü..
neyin nerde durmasını öğrendiğim gibi kimin ne kadar uzakta kalmasını öğrenerek yürüyorum..
hayattaki büyük sırrı çözmek için bazen saçmalıkların arasından da geçmek gerektiğini biliyorum artık..
gargamel olmadan şirinlerin şirin olduğunu anlayamayacak olmak gibi..
herşeyin varoluş nedenlerini çözüyorum büyürken..
büyüyorum ben..
kırgınlıklarım arttıkça büyüyorum; onları altettikçe, zorlukların arasında kaldıkça..
daha çok büyümek istedikçe daha fazla acıya sahip olarak büyüyorum..
acı çekerek görüyorum evet..herkes gibi..görüş alanım açılıyor..
nietzsche'nin de dediği gibi görmenin ve büyümenin bedelidir bu!..


büyümenin doğduğun yıldan bugüne kadar olan süre zarfıyla çizilmiş sınırları olmadığını anladığımda ne kadar büyümüştüm ki diye düşünüyorum..
...


korkaklıklarıma kızıyorum 'herşey anını bekler mi hep' diyerek..
sonra cesur olduğum zamanları anımsıyorum..gururla göğsümde duran bir madalya gibi taşıyarak..
cesaretim alıp başını gitsin mi..
...


bugün..
başka bir yol..başka bir anlam aradığım..bulmaya yakın durduğum.


hayal ettiklerim ve düşündüklerim kök salıp büyüyor içimde..
ucuna heyecanım takılıyor..
iki kişilik bir sırra imza atıyor..iki kişilik..iki ayrı ideal;)
heyecanım alıp başını gidiyor..


elinden tuttuğum umutlarım var..
yapabilecekken yapabilmek için yürüyorum..
şikayet etmeye yeltendiklerime yet'mek için yürüyorum..
gönül rahatlığıyla konuşmak için..
bugün susuyorsam bir sebebi olduğu için..
yeni bir idealin beşiğini sallıyorum bugün büyüsün diye..


insan bazen herşeye yetemez evet..ama yetebilir de birçok şeye..
yarın 'bugün'ü başka yapmak için..
hayal ettiklerime ve düşlediklerime şekil vermek için uğraşıyorum..
günler geçecek eli ayağı olacak o şeklin..gözle görülecek..
o zaman öğreneceksin sevgili blog;)


ne anladın bugün yazdıklarımdan..hiç mi:)
ama zaten söylememiş miydim başında sana?


biraz anlamsız sana göre,  biraz delice, dağınık, parça parça,uzak,soğuk..
ve solgunken renklenen, cesur ve umutlu..
günler günler sonra okuduğumda sadece sonuna doğru anlamlandıracağım cümleler kurdum belki kendim için de..şu an her kelime birbirine düğümlü dursa bile..


biliyor musun 'benim hala umudum var'..'Benim umudum var';)


şimdi 'Mevla'dan ızdırap dilenerek' yola devam!..;)
daha büyümek gerek öyle değil mi ;)




Bir de bunları okuyacağını bildiğim sevgili dostum, kardeşim..sen olmasan başaramazdım diyeceğim için yarın.. ;)bugün de söylüyorum her zaman söylediğim gibi..
İyi ki Varsın !

-Ebr-i Nisan-

Cumartesi, Ekim 9

Söyle(n)meden geçemiycem (:


Herşey marketin önünde diğerlerinden ayrılmayan market arabasıyla kavga eden teyzeyi gördüğümde başladı!..
zavallı teyzem arabaya laf geçiremediği için habire söyleniyordu:" ayol deli midir nedir,aaa!""ay salak ayol bu çıkmıyor burdan!":)) diye:)
o sırada dışarı çıkan market personelinden biri olaya el koydu da market arabasının hayatı kurtuldu:)
..

yalnız olmamak güzel dediğimde farkına vardım; söylenmenin,cansız eşyalarla ya da gece gece tepemizde vızıldayan sinekle kavga etmenin sanırım ve büyük ihtimalle bize has bir özellik olduğunun:))
siz hiç bir amerikalının falan yataktan kalkıp kendisini sokmaya çalışan sivri sineğe "dostum senin sorunun ne ha!" diyerek peşinde aslan kovalar gibi bir itinayla, elinde terlik saatlerce söylenerek gezdiğini gördünüz mü!
filmlerinde bile yok!

-biz bu kadar renkli bir toplumuz işte! (:-

lakin ben de evden çıkmadan birkaç saat evvel  ayağımı ısıtmak için uzattığım peteğin ayaklarımdan tekini vermemesi üzerine onunla kavgaya tutuşmuştum..
"hayret bişey ya,azıcık ayağım ısınsın dedim bacağımı kaptırdım canım olacak şey değil yani, versene ayağımı be!aaa" diye söylenirken bir yandan da gözümün önünde petekle birlikte hastaneye giderkenki halim canlandı!..hep olur ya hani öyle manzaralar Allah muhafaza..!
derken bir baktım şükür ayağım serbest..!amaaa suç peteğin üzerinde kaldı yani ne de olsa ses çıkarmadı bu duruma! :P

üzerine de bu teyzemi görünce sanırım günlerdir gerilen sinirlerim bir farkındalık beraberliğinde gevşeyerek sesli bir gülümsemeye sebebiyet verdi:))
Allah'tan o anki siniriyle kadıncağız beni duymadı!..ben de 'kendi kendine gülen' pozisyonunda bir insan olarak markete adım attım.

sonrasında o gıcık! arabalardan biriyle market içinde ilerlerken düşünceler birbirini kovaladı..
nelere söylendiğimi(zi) düşündüm.
siz de bi düşünsenize:)
sen de düşün blog! arada sana da köpürüyorum gerçi sen düşünme! :P

örneğin ters dönmüş terliğin tekiyle ya da acil bir işimiz olduğunda bir türlü ayağımıza giydiremediğimiz ayakkabıyla, gitmeyen bir mesaj için aranamayan bir numara için telefonla,çekmeyen antenle, gelmeyen elektrikle,her zaman gece vakti ve biz yattığımız zaman tepemizde vız vız eden sivriyle,vs.. hepimizin alıp veremediği ve kavga etmişliği vardır sanırım.

"yok canım yapmam ben öyle şey "demeyin boşa hiç! inanmam (:

bu ilginç söylentiler sanıyorum üzerimizde her gün azar azar ve yahut toplu halde birikmiş olan sinir ve stresin en ufak bir aksilikte patlak vermesiye böyle trajı komik bir hal alıyor.
dışardan delirmiş gibi görünsekte söylediklerimizde sonuna kadar haklıyız!(;

düşünün mesela misafir gelmiş çay dolduruyorsunuz, demliğin üstünün kapağı pat diye düşüyor bardakların üzerine.naparsınız? susup oturacak halimiz yok herhalde diğmi!
"deli midir nedir,! ne düştün be şimdi bardakları kıracaksın! hayret bişey ya" ,"ama hep böyle yapıyor şekerim bu, bir oturmuyor yerinde!"türü ve türevi cümleler kurmak hakkımız yani!

mesela ben dışardaki teyzemin "deli midir, manyak mıdır nedir" dediği arabaların gerçekten bir sorunu olduğunu düşünüyorum.
lakin ileri doğru itiyorum ön tekerler yana dönüyor!
bir "yok ben gitmem" hali tavrı falan.."napıcam ben seninle mi uğraşıcam yani" dedim bıraktım onu orda.
kendim taşıdım!
yani böyle birşey olabilir mi!
gel de ne dersen de şimdi!

sonra ince bulgur bakıyorum tepeme pirinç paketi düşüyor " ne atladın hemen sen" demem fazla mı !

evdesiniz, sular kesilip gelmiş ve siz musluğu açtığınız anda öksürerek ve höykürerek bir gürültü bir kıyamet gelen su paçanıza kadar ıslatıyor sizi ,aynı anda ödünüz de patlamış durumda tabi!..çünkü habersizsiniz..
şimdi de mi susalım yani tabi ki söyleniriz! :P

yolda yürürken "yolun ortasına kim koydu len bu direği" diye de söyleniriz çarptıktan sonra!

dışarda yağan yağmura inat bir türlü çantadan çıkmayan anahtara, çıksa dahi 3 anahtardan muhakkak yanlış olana denk geldiğimizde de söyleniriz. ve kapıyı hep son denediğimiz açar( biz onları kendimizce ayırana kadar)

televizyonu açarsınız vakit geç olmuştur ya da uyuyan falan vardır; ses son ayar çıkar ve kumanda çalışmaz!
" ne basmıyor bu şimdi yaa Allah Allaaaah! sussana be sen de bas bas bağırıyorsun" demezsek olmaz..

2 dakka komşunun kapısını çalayım derken ceryan yapar kıyık bıraktığınız kapı çarpılıp kapanarak sizi kapının önüne koyar ve siz tabikii kapıya söylenirsiniz!(:

gibi gibi..

ben şu sıralar en çok kardeşimin bilgisayarımı götürmesi sonucu hayatı kararan eski bilgisayarıma söyleniyorum!
kendisini çamaşır makinası sandığı için ve bir sayfayı en aşağı 10 dakikada açabildiği için -neredeyse- ardışık olarak kafasına yediği minik darbelerle kendine gelmeye çalışıyor!
e arada da " patlatıcam ama bi tane Allaah Allaaah yaa deli mi ediceksin sen beni, sen bilgisayarsın tamam mı merdaneli çamaşır makinası değil! açılsana artık!" diyorum:P

birazdan da bu yazıyı dakikalarca göndermesini beklerken söylenicem öyle hissediyorum!

heh bir de 'mevsim normallerine' seslenmek istiyorum "kendine gel, adamı hasta etme!".."diğer ayağımı da kalorifer peteğine kaptıramam!"

sahi bir ara sonbahar diye bir mevsim vardı noldu ona?..

-Ebr-i Nisan-

Perşembe, Ekim 7

'Bilinç Yitimi'



Dışarda durmadan yağan bir yağmur var..
Üşüyorum içerde..
Elimde bir fincan yeşil çayla kanal kanal dolaşıyorum..
Başımda dün geceden kalma bir ağırlık,kulaklarımda bir uğultu..
HaberTürk'e takılıp kalıyorum..
Üniversitelerde sivil polis uygulaması tartışılıyor..Yök başkanının dün yaptığı açıklama ortaya bir tartışma konusu daha taşımış durumda..
Dün gece sabahın 4'üne kadar izlediğim Genç Bakış programında bir partinin genel başkanına bir türlü sorulmasını istediğim soruların ısrarla yöneltilmediğine kızdığım Osmangazi Üniversitesi öğrencileri düşüyor aklıma..

Maganda kurşunlarıyla hayatının bundan sonrası elinden alınmış insanların aileleri konuşuyor diğer bir kanalda..

Bir kanalda 'Türban Sorunu' çözülecek mi diye tartışılıyor..

Kanalların birkaçı "evin,arsan var mı, emeklin var mı,çocukların varsa istemem,elektrik alamadım' diyen kadınlarla dolu..

Bir taraftan sanki içerde huzurlu kalabilmek için kapısını penceresini dışarıya kapatmış gibi görünen ve sürekli yemek yapıp,el işleriyle uğraşan insanlar gözüme çarpıyor..onlara baktıkça o odanın içinde onlarla birlikte dışardaki soğuktan habersiz bir süre kalabileceğimi düşünüyorum..ama olmuyor tabi..

sonra bir öğrenci çıkıyor ekrana.."bir arkadaşımız 'eğitim parasız olsun' pankartı açtı diye 6 aydır tutuklu yatıyor içerde "diyor..ve bununla birlikte beynimde bir çağrışım diğerini kovalamaya başlıyor..

geçen gün haberlerde izlemiştik daha; 1 yıl dolmadan, otobüs durağında bekleyen 5 kadını otomobiliyle biçen gencin cezasını çekip(!) çıktığını..
Bakkaldan ekmek çalan bir çocuğun da 20 yıla mahkum edildiğini duyduğumuz günlerse daha dün gibi..
Trafik kazalarını engellemek için habire çift şeritli yollar döşeniyor ülkemin her bir köşesine..
ehliyetsiz araba sürenler buna göre azalmıyor oysa,hız sınırını aşmayı engellemiyor da..
bu konuda da -birçok konuda olduğu gibi- eksik olanın ne olduğunu hepimiz tahmin edip emin olsak bile yetkilelerin aklına cezaların caydırıcı olmadığı nedense hiç gelmiyor..
yollarımız daha güzel ulaşım kolaylaştı diye sevinemiyoruz; içkili araç kullananların,şehir içinde bile rally yapanların hala kol gezdiğini gördükçe..

...

Maganda kurşunlarına değinmeye bile gerek yok aslında..gücü beline sıkıştırılmış tabancada arayan zavallılara ömür boyu yetecek kadar zavallılık ve korkaklık cezanın kendisi gibi görünsede düşüncede,o silahların hepsinin bir gün mutlaka patlayacağını hepimiz biliyoruz ne yazık ki,o zavallılığın sustukça bizi de nişan alacağını biliyoruz!..

**
Çocukken okuduğumuz masal kitaplarıyla gelişen hayalperestliğimizi ne kadar o günlerde bıraktık sansak da bugün hala inandığımız, hayalperestliğe yenik düştüğümüz zamanlar var..
daha çok kendi adıma konuşmak istiyorum ne kadar genel olsa da..
çok geçmedi herşeyin daha güzel daha özgür bir çerçevede olacağına büyüttüğüm inanç,kurduğum hayal..
oysa biz 'güven' duygusunu unuttuğumuzda henüz büyümemiştik bile..

18 yaşıma geldiğimde oy kullanmaya hak kazanmış olmamın sevinci kursağımda kaldı mesela..(7 yıldır hala kursağımda ve öyle görünüyor ki ordan gitmeyecek de..)
şöyle bir gözlemleyip, baktığımda tercihim bu diye gözüme çarpan bir parti sembolüne denk gelemedim..
birileri tam da 'işte bu insanlar bu güzel ülke için güzel şeyler yapacak dediğimde kırılıp içme battı inançlarım..'
bu insanlar birden bire kayboluyorlardı ; bazılarınınuçakları düşüyordu,ani bir kalp krizi..vs  kimilerininse muhakkak nemalandıkları bir mevzuu geliyordu gündeme..
işte o zamanlardan beri hep aklımın bir köşesini işgal eden bir yargıyla yaşarım,iş yapacak insanları ayırırken: bu insanlar bu kadar çok yaşadığına göre bu işte bir iş var!

bugün başörtüsü meselesi nihayet çözülecek diye sevinirken arkadaşlarım adına; bu inancı bir kez daha kaybettim ben..
bu sorunun kalkması neydi çünkü, özgürlüklerin genişlemesi demekti..
daha özgür bir ülke..daha aydınlık..
Referandumdan önce 'başörtüsü sorununu' çözeceğini söyleyen chp genel başkana sordular dün 'nasıl yapacaksınız diye?''bu sorunu nasıl çözeceksiniz?''iktidara gelince" dedi:)!
(bu arada bu sorunu daha önceden çözmeye yanaşmayan chp de iktidarın eline genel başkanlarının söylemiyle fena düşmüştü..bundan sonraki durumu merak ediyorum..)
(bir de o kadar çok ve güzel vaatte bulundu ki- tıpkı diğerleri gibi-, bir an iktidara geldiğinde gökten kendisine zembille para yağacak herhalde diye düşünmeden edemedim..
ve "bunları düşünmesi bile güzel takdir ettim kendisini " diyemiycem ne yazık ki;)  )

daha evvelinde de başörtüsünü nasıl takacaklarını anlatır bir durumda bulmuştuk kendilerini- buna da başörtüsünü kullananlar karar veremeyecek yani!-böyle perçem görünecek falan..
İkide Bir programın sunucularından Bengisu Karaca'nın söylediklerini gülümseyerek ve takdirle karşılamıştım öyle ya-: 'kaç tel saç ya da ne kadar bir perçem kurtaracaktı laikliği?'
Laiklik..bu kelimenin ne anlama geldiği 2010 oldu anlaşılamadı!..

hah sonra chp genel başkanına af meselesi soruldu.."devlet affedici olmalı" dedi,"birleştirici olmalı"..
'devlet bana işlenen suçu nasıl affedebilir!' diyemedi kimse..

pek bir şey değişmedi yani dünden bugüne..
biz eskiden de karanlıktan korkardık,şimdi de korkuyoruz karanlıktan..sadece önüne yerleştirdiğimiz bir tamlayanı var artık..
cahilliğin karanlığından korkuyoruz daha çok,bize ne yaptıklarını görmeyelim isteyenlerin karanlığından korkuyoruz..kollamanın, adam kayırmanın, üçkağıdın her yere sızmış ve bunun görünmesini engellemeye çalışan karanlıktan korkuyoruz..
düşünmeyelim,düşündüğümüzü beyan etmeyelim diye kafamızın içindeki ışıkları kapatmaya çalışan ellerden korkuyoruz..

Biz onlardan korktukça onların da aslında bizlerden korktuğunu anlayarak korkuyoruz hem de..

öyle olmasa "6. filo defol!" diyen 68'lilerin zamanından beri üniversitelerden korkanların isim değişirerek bugün de buralara sivil polis dikmelerinin güvenlikten olduğunu söyleyebilir miyiz?
üniversitelerin,güvenlik görevlileri,jandarmaları ve polisleri zaten varken..

bir taraftan özgürlük çığlıkları atılıyor yurdumda..diğer taraftan özgürlükler üzerimize göre daraltılmaya çalışılıyor..hukuk heryerde aynı hukuktur oysa adalet de..ama şöyle bir baktığımızda bu kavramların artık yazdıklarıyla söyledikleri bile farklı..onlar da ben kendimi bildim bileli üzerimize otursun güzel dursun diye daraltılıyor..
ve hala üzerimize bol geliyorlar..!..ne ilginç değil mi blog..
oysa bizim eskiyi üzerimize göre kesip biçmeye değil artık yenisini alıp giymeye ihtiyacımız var..

umut ediyorum hala..inanmak istiyorum..
belki de önümde açık duran Oktay Usta'nın mutfağının ve kişiliğinin renkleri çocuksu bir hayalperestliği çağırıyor yine..kimbilir..

-Ebr-i Nisan-

Salı, Ekim 5

...
'Bir çocuk gördüm uzakta
Biraz çocuk biraz adam biraz hiç'ti..
Ellerinde yaşlı zaman demetleri,
Daha önce denenmemiş bir yol seçti..'
...
onnotunç

Pazartesi, Ekim 4

EOHKS (Ebeveyn Olmaya Hak Kazanma Sınavı) (:


Akşam yemeğini yemişiz üzerimize çöken ağırlıkla oturma odasında oturuyorduk ki kapı çaldı..

Açtım bir baktım komşumuzun oğlu mustafa,elinde sallayıp durduğu kitap da matematik olsa gerek..
"soru soracaktım da " dedi..
"tabi mustafacım" dedim "geç içeri"..
kitabın sallanan halinden ve kitap sahibinin genel tavrını bildiğimden de 'sadece soruları çözdürmeye geldim,bana anlatmaya kalkıp da canımı daha fazla sıkmayın' edasını okumak fazla zeka istemeyen bir durumdu zaten..(hep böyle olmuştur da..)
neyse oturduk,önümüzde 5 adet problem var..
hmm şöyle bir baktım denklem kurmadan şu şekilde anlatırım diye kafamda kurmuşken, sevgili mustafa homurdanmaya başladı bile!
geleli daha 2 dk olmuş, çocukta: "öf çok sıkıldım, öffff ne kadar sıkıcı" sesleri yükselmeye başladı..!!
(öf diyor sıkıldım diyor yahu!!)
"o zaman çabucak anlatayım da seni de daha fazla sıkmayalım" dedim..
yani duyan da evinde otururken kolundan çekip "hadi sana ders anlatacağım" diye zorla benim getirdiğimi sanır!!

soruya bir türlü de dikkat kesilemedik ben uğraşıp duruyorum anlatmak için seninki :
"aa bu kaplumbağa ne zamandır yaşıyo?"
"benim dayımın oğlunun vardı böyle ortasından sıkınca içini çıkarmış sonra başka bi tane almışlar." !!gibi cümleler dizerken hem kurduğu cümlelerden hem de bunları anlatırken yüzüne oturan gevrek gülümsemeden gözlerim bi an dehşetten yerinden çıkacak sandım!!
bunlar çocuk mu gerçekten!!?! olmamış bu çocuklar!
(şimdiki çocuklar pek de çocuk gibi yetişmiyor görünüyor orası tamam da ben bu kadarına pess diyorum yani!!)
yok canım içine canavar şeytan bişiy kaçmış kesin!
peki o ailelere ne demeli!!
içini sıkmış çıkarmış yenisini almışlar!!ne için peki 'bakalım bu kaplumbağa da ne tepki verecek' mi?!' araştırılıyor.
ya da çocuk kesin psikopat( gerçi bu çocuğa normal denmez ki!) su kaplumbağalarının huzur veren özelliğiyle tedaviye çalışılıyor..!ne netice verdi acep!!?!
bu şekilde çocuğa ne aşılamaya çalışıyor bunlar !!
hiç bir şey aşılamaya çalışmadıkları belli, zaten görünüşe bakılırsa hiçbir konuda birşey aşılanmamış!

"o kuzenini ya da seni de böyle karnından sıkıp içini çıkarsak nasıl olur" demek geçiyor içimden..pek tabi içimden..bu cümleyi şu şekilde sesli hale getiriyorum:
"ama yazık, size aynı şeyi yaptıklarını düşünsene !"dedim.."hem ne kadar günah, hiçbir canlıya böyle eziyet edilmez, sonra Allah cezalandırır bizi" dedim..ama kim dinliyor ki başka bir konuya geçmişiz bile!..

"yaa bu grip salgınları ne zaman başlayacak?!" sorulu konu başlığı belirlendi..
(önümüzde hali hzırda duran sorulara ne vakit sıra gelecek acaba yoksa hiç mi diye geçti içimden..)
neden bu soru ;salgın olsun da tatil yapalım!
biz de çocukken beklerdik grip tatillerini ama insanlar grip olsun diye dualar ettiğimi hatırlamıyorum..
önce salgın olurdu sonra sınıf tek tek azalırdı biz tatil beklemeye ardından geçerdik..
"bu seneki gribin adı ne olacak" diye merak etmiş bir de mustafacık..
"çin astrolojisinden gittiğimizi düşünüyorum ne zamandır, en son at gribinde kalmıştık" dedim kendi kendime tabi olası bir ders kaynatma sorunuyla yüzyüze daha fazla kalmayalım diye!..
sinirlerim yavaş yavaş gerilimini artırırken sanıyorum yüzümün şekli de değişiyordu,artık daha despot bir şekilde "anlatıyorum dinleyeceksin, bunlar senin getiriğin sorular,ben seni zorla getirmediğime göre buraya"dedim..
"anlattın da biz mi dinlemedik" demez mi!!!
sanırım çıldırma noktası buna fazlasıyla yakın bir nokta sevgili blog,karşımdakinin çocuk! olduğunu unutup onu parçalamak üzereydim ki Allah tarafından sabrımın sınırı birazcık genişledi sanırım!
ve bu sıradaki bakışlarım artık nasıl bir hal aldıysa karşımdaki mustafa kurttan kuzuya dönüp sorularını dinledi hepsi bittikten sonra da teşekkür edip(hayret ki ne hayret artık) kolunun altında matematik kitabı evine doğru yola koyuldu..
Bu durumun da içimden "Allah'ım sen bana sabır şu çocuğa da biraz us ver" duasına yetişen Mevlamın yüzüme bakmasıyla netice bulduğuna yürekten inanıyorum..

Ve ülkemizde her konuda sınav geliştiren yöneticilere sesleniyorum!
Bir konuyu unutmuşsunuz ki; çocuk yapmak!
Eğitime katkı sağlamada en hassas nokta bu olmalı esasen.
Herkes çocuk yapmasın, sınavı geçelim öyle!!..(Ebeveyn Olmaya Hak Kazanma Sınavı)
bir de mümkünse bu sınavı Ösym yapmasın!:) ne'me lazım sorular çalınır falan, halimiz nice olur sonra:P
 
-Ebr-i Nisan-
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...



Counters
Free Web Counter