Cuma, Ocak 13

Muz Sesleri | Ece Temelkuran




“Hakikât tozdaydı gördüm…
Pencereyi açtım. Evin içine yığılan rüzgâr, 2006 sonbaharının sonsuz sayıda elleriydi…”
Kitap bu cümlelerle başlıyordu. Ben Muz Sesleri’nin pencerelerinden baktığımdaysa takvimler 2010 yazının sıcağıyla terliyordu…

Hayatımda anlatırken hiç bu kadar çelişkide kaldığım bir kitapla karşılaşmadım sanırım. Çünkü bu kitaba kadar okuduklarıma ya “sevdim” derdim ya da “sevmedim”… Ya başladıktan sonra su gibi akıp giden satırlarda kaybolurdum ya da artık eskisi gibi bitirmekte ısrar etmediğim bir buhrana dönüştüyse kapatır bir kenara kaldırırdım. “Sevdin mi bu kitabı? Nasıldı?” diye soruyorsunuz şimdi bana; bu bakışlar onu ifade ediyor. Şimdi ben size ne diyeyim! Uzayıp gidecek bir cevaba tutuldunuz! Buyrun!


Her kitabın okuyucusu kadar farklı dili vardır. Herkes kendi kapısından buyur eder hikâyeyi ya da çıktığı kapıdan yürüdüğü kaldırımlar, kendi gözleriyle gördüklerini taşır benliğine… Karşılaştığı kahramanları hayatına dahil olacak bir dosta dönüştüren de, karşısında duracak düşman olarak nitelendiren de yine kendisidir.


Kendi dilimden anlatacak olursam velhâsılı, ben ne kadar buyur ettiysem evimde misafir edebileceğim bir hikâyeyle tanışamadım… Hadi evime gelmedi, o da beni kolumdan tutup sürüklemedi Beyrut sokaklarında… Geceleri illa ki uyumadan önce birkaç sayfa okumalıyım dediğim ve sayfalarına daldıktan sonra “aaa saat kaç olmuş!” diye hayrete düştüğüm bir uyku öncesine sebep olmadı… Sayesinde hiç uykusuz kalmadım yani. “Eee sonra ne oldu?” diye merakla çevirmedim bir diğer sayfayı… Hevesle başına oturmadım. Kahramanlarla da bir türlü samimiyet kuramadım.
 Ben Muz Sesleri’nde hikâyeden çok Ece Temelkuran’ı dinledim… Anlatılandan çok anlatılma şekline hayran kaldım, sevdim… Karşılıklı sohbet ortamı olsa, sık sık fikir çatışması yaşayacağım bu kadının kurduğu cümleleri elimde kalem takip ettim. Samimiyet kuramadan biten kitabın sayfalarını aralasanız, altı çizili satırlarda kaybolursunuz! İşte benim de çelişkiden kastım buydu!

 


Bu kadın öyle güzel cümleler kuruyor ki, “tamam,” diyorsun “bu daha güzel tasvir edilemezdi, daha yakından bakılamazdı bir duyguya”. Yazarken karakterlerin her birinden yeniden doğar gibi anlatıyor Ece Temelkuran. En çok kadınların ruhunda aynaya bakıyor… Acıdan süzülürken acıya bulaştırıyor elinizi yüzünüzü. Parça parça tamamlanmayı bekleyen duygular oluşturuyor benliğinizde. Sanıyorsunuz ki kitap bittiğinde bütün tamamlanacak, sizden bir hikâye çıkacak. “Hiç olmayı dene, asıl hikâye orada başlıyor.” dediğinde anlamalıydım aslında…

Beni kitapta en çok etkileyen kısım mektuplardı… Diğer yarısını, eşini savaşın göbeğinde kaybeden bir babanın kızına annesini anlattığı, savaşı, acıyı, ölüme bakarak yaşamı, kadına bakarak hayatı, aşkı, çaresizliğe bakarak umudu geleceğe ertelediğini anlattığı mektuplar…
“Belki sana bu mektubu yazarken, kendimi geri çağırıyorum.” Diyordu ve devam ediyordu:
“Sanırım sana mektup yazmak ruhuma gövdemden başka bir ev kurmaya yarıyor. Temiz ve yarasız bir ev. Çünkü artık hiçbir şeyin parçası olmak istemiyorum.'' diyordu Dr. Hamza Şatila Kampı, Beyrut’tan…
Ben sık sık karıştırdım daha sonra, bunları yazan Dr. Hamza mıydı? Bu duyguları bir insana giydirerek okuyamadım… Her seferinden karakterden taştı anlatılanlar. Belki de savaşın insanlarını anlatmak böyle bir şeydi…  Yazarın, “Uyku gibi yumuşak, kan kadar ılık bir gürültü kucağı” dediği savaşı da… Bir kişinin sahipleneceği hikayeler doğuramıyordunuz. Acının şekli bütün insanlarının bedenine oturuyordu…

“Acı, insanları gövdelerinin dışına kaçırır. Acının gövdelerinden geçmesini beklemek için etlerinden gider insanlar, bazıları bir daha hiç geri dönmezler. (…) Ruh, böyle yas tutar. Gövdeden giderek. Ruh bir gün acısı geçtiği için değil, gidecek başka yeri olmadığı için geri döner.”

Ve ölümle dolu hikâyeler için hiçbiri çok küçük değildi. Alışılagelmiş bir son gibi, korkudan sıyırıvererek anlatılıyordu: “Ama bil ki ölüm o kadar korkunç bir şey değil aslında. Hatta önemsizleşiyor. ‘Eğer o kadar insan yapabildiyse ben de yapabilirim,’ diyorsun. (…)
Haklıydı, insanlara bakmayı unutmazsan aslında, hiç korkmazsın.”

Ve “insanlar çok yalnızken, bir tane daha doğuruyorlardı kendilerinden içlerinde, ‘Korkma,’ desin diye…


Sözü aşka düşürürken de herkese aralanan kapı aynıydı: “Bir insan bir insanda başka bir hayatın kapısını görünce aşık olur. Ne mutluluktur öte yandaki, ne de tadıyla meraklandıran bir acı. Aşk diye buna denir: bir insan bir insanda tekinsiz bir ev görür. Ben annende öyle bir kapı, öyle bir ev gördüm.(…) İnsan, yarası yarasına denk geleni seviyor demek ki…

Ve yaranın içinde iyi oluyordu insanlar…

*“İnsan niye kendini en yaralayacak yere gider, niye kalır orada, annenin yüzüne baka baka anladım.(...) Kimilerimiz böyle, yaranın tam ortasında tedavi olabiliyor. Yara çünkü, en canlı yeridir gövdenin. Hareket oradadır. Can tam yaradadır. Biz yani kimilerimiz, kan gibiyiz. Yaranın olduğu yere doğru akıyoruz. Başka türlü akmayı bilmiyoruz. Dünyanın canı neresinden yanıyorsa başkent orası."


Yaşamak denince akla susmak geliyordu belli coğrafyalarda.Yaşayanlar anlatmaz, gidenler daha dilli olur. Yaşamak çünkü bize en çok susmayı öğretir. Birlikte yaşamak birlikte susmayı öğretir. Susup acı bir şaka yapmayı…”diyorlardı. Kendi hayatlarımızda bambaşka anlamlarda yüzecek cümleler sıra sıra ilerlerken savaşın içinde doğmayı, yaralanmayı, yarasına dilsizlik basıp iyi olmayı uman insanlara elimizin hiç uzanamadığını duyuyorduk sadece…

Evin ne demek olduğunu da onlardan öğreniyordunuz… Ece Temelkuran diyordu ki, buradaki insanların tek evi diğer insanlar… Birini kaybedince bu yüzden birini kaybetmezsin sadece, evin de gider.(…) Birlikte yaşanan hikayeler insanları birbirinin evi yapar.”
Ev kelimesi o zaman bu zamandır benim için de başkadır…
* * *

 Ve en çok kadını anlatırken pusulamız aynı yönü gösteriyordu…

"Kadında zaman geçmez. Sakın günün birinde iyileşmek için zamana güvenme."  ‘Hiç beklenmedik bir anda zamanda yolculuğa çıkartacak, o yarayı aldığınız güne, saate, yere götürebilecek bir sebebe çarpıverebilirsiniz’in en kısa anlatımı olmalıydı bu. Kendi içinizde saklı kalan bohçaların yaraya dönüşebileceğini ve bunlar açıldığında neler hissedebileceğinizi de size önceden anlatıyordu sanki.
Kadınları anlatmaya devam ediyordu… Dinliyordum… Elimde mor bir kalemle anlattıklarının altını çizerek.

“Çakıl taşı gibiydi çünkü annen; kamptaki kimsenin daha önce görmediği türden bir çakıl taşı. Durmuştu.  Kanı bile durmuştu.  Kadınlar bu işlerden anlarlar, kanı elleriyle ısıta ısıta yeniden akıtırlar. Öğrenmezler, kadınlar avuçlarının içinde bu bilgiyle doğarlar. Küçük kız çocukları bu yüzden hep tedavi edecekleri bir şey ararlar.”

“Bir kadının boynu en uzun cümlesidir. Sessiz, beyaz, uzayıp giden ama hep konuşan bir cümle.”

“Kadınlar doğurduklarında, her şey çıktığında içlerinde, bir tek gözyaşı dökerler. O gözyaşı, gözün içinde gülerek çoğalır.(…)
Sen gelir gelmez boynunun kokusu değişti annenin. Bir de ayakta duruşu. Tam anlatamam nasıl bir şey olduğunu ama ağırlık merkezini bulmuş gibi duruyordu. İki ayağıyla basıyordu dünyaya artık. Kadınlar çocuk doğurunca böyle bir şey oluyor. Tamamlanmak gibi değil. Dengelerini buluyorlar ve yerleşiyorlar dünyaya. Belki biraz senin de annen oluyorlar artık, o yüzden böyle sağlam görünüyorlar erkeklerin gözüne.”

“Adını annen koydu, memleketini özlediği için. Gözlerini ben koydum yüzüne: Toprak rengi, çünkü Filistin!”


* * *

“Ben savaşla böyle başa çıkıyorum çünkü. İçinden çıkmayarak. Delirmemek için, içinde kalıyorum bu savaşın.”


Bu satırlar Beyrut’ta yazılırken; biz sıcak evimizde huzursuzluk diye gözümüzde büyüttüklerimizle sabırda fakirleşirken, ‘ delirmemek için savaşın içinde kalan insanlar’ı düşündüm… Hala yaşıyorlar… Hayatlarında kaç ölümü ansızın kucakladıklarını ya da kucaklayacaklarını bilmeden…


Ben bu yazıyı tamamlarken, dünyanın sabahı olmayan şehirlerine inat gün doğuyordu gecenin uykuya yattığı yerden…

 Ayşe Ünsal

Ece Temelkuran | Muz Sesleri | Everest Yayınları | 2009 İstanbul | 277 sayfa

2 yorum:

NüHa dedi ki...

Merakımı cezbettirdi bu satırlar sevgili ayşe, biraz daha demlenmesini beklemek istiyordum halbuki.. :)

Ece Temelkuran'dan sıkı yazılar bekliyordum..Altını çizdiklerin bu beklentimi isabet ettirir gibi...

Muz seslerini azıcık ucundan dinlettin bize de devamını istemekten başka çare kalmadı :)

Ebr-i Nisan:) dedi ki...

:)Belki de zamanı gelmiştir sevgili NüHa :) belki de bu yüzden burda karşına çıkıverdi ;)

Kesinlikle kalemi çok kuvvetli bu kadının, hayranım.. Bu alıntılar daha ne ki :) Altını çizdiklerimin hepsini geçseydim sanırım kitabı buraya taşımış kadar olurdum :)

Yani okunası! :)

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...



Counters
Free Web Counter