Salı, Kasım 14

BİR YAZARIN OKURUNA DUYDUĞU SAYGIYLA TANIŞMAK





Batman Kitap Fuarı'nın bitmesine bir gün kalmış. Daha evvel gelişimizde olduğu gibi bizi sıcacık bir havayla karşılayan Batman o gün yağmurlu. Hasan Ali Toptaş imzası iki buçuk gibi başlayacak. Önce stantta imzalayacağı anons ediliyor kitapları, sonrasında oluşan kalabalık fuar yönetimine dışarda bir masa hazırlaması gerektiğine ikna ediyor kolayca. Çünkü zaten ilk günden beri halkın yoğun ilgisiyle dolup taşan fuar alanı saatler süreceği başından belli olan imza kuyruğunu alacak gibi değil.


İmza dışarda başlıyor velhasılı. Kitaplarım dostlarımız Sümeyra ve Ahmet'in hediyesi kitap kesesinde sabırsızlıkla bekliyor. Hasan Ali Toptaş'ı geç taniyanlardanız.. Okuma grubumuzla "Ben Bir Gürgen Dalıyım" kitabını okuyarak tanışıyoruz ilk önce ve devamı hızla geliyor.
İmza başlayalı çok geçmiyor ki yağmur bastırıyor ve imza yeni boyanmış, insanın 5dk'lığına binaya girip çıktığında dahi tiner ve boya kokusuna bulandığı rektörlük binasının girişine alınıyor. Ara ara sırayı yoklayip standa geri dönüyorum. Akşam karanlığı çökmek üzereyken son kez gidiyorum, aradan 5saat geçmiş, sırada 20 kişiden fazla var. 20 dk'dan fazlaca bir zaman bekledikten sonra kitaplarım yazarına ulaşıyor. Onca saate rağmen her okura ayrı bir güler yüz göstermek başka türlü bir incelik. Lakin ben utandığımdan tüm kitapları çıkartamıyorum.
Minik bir tanışmanın ve teşekkürün ardından ayrılıyorum ama Hasan Ali Toptaş orda kalmaya devam ediyor. Beklediğim süre boyunca soluduğum hava midemde bulantiya başımdaysa ağrıya sebep oluyor. İmzası beş saatten fazla süren Toptaş'ı düşünüyorum. Ara vermeden, daha fazla duramam burda demeden, surat asmadan ve nezaketinden hiçbir şey eksiltmeden saatlerce o boya kokusuna bulanan insana saygım okuduklarimin da üstüne çıkıyor. Yazdıklarının hakkını yüreğinde taşıyan insanlardan biriyle tanışmış olmak göğsümü kabartıyor.

O gün sadece yazdıklarını büyük bir beğeniyle okuduğum kitapların kalemiyle tanışmıyorum, bir yazarın okurlarına olan büyük saygısıyla da tanışıyorum.. Kendisiyle tanışmaktan büyük mutluluk duyduğum Hasan Ali Toptaş'a bir kez de burdan teşekkürlerimi sunuyorum...

#hasanalitoptaş @ Batman Kitap Fuarı

Ayşe.
Ekim 2017

Yaprağın Vedası






Ağacın yapraklarını yolcu etmesini izliyorduk..

Toprağın ağacı teselli etmesini de görecektik..


Ve ağaç her baharda yeniden doğuracaktı inandıklarını...

İnsanın bir tohumu örnek alacağı günün sabrı içimizde çatlarken..

Kasım 2017

Pazartesi, Ekim 23



Perdeleri araliyorum ve devam ediyorum bakmaya.. görmek istemediğim ne varsa karşıma uzanıyor... Gölü geçmeye çalışan mülteciler gibi.. botları su alıyor ve boğuluyorlar.. karaya vuran hayallerini göremiyorum burdan o kadar yakında değilim ne iyi... Bir şehir bir depremle yıkılıyor 6 yıl önce ve sene olmuş 2017! Gölün ya da buradaki insanların övündüğü haliyle Van Denizi'nin üzerinde yüzüyor hala enkazları şehrin.. iyileşen hiçbir kaldırım taşı yok.. kimse doğrultamamış kırılan kaldırım çiçeğinin belini... Ve kimse anlamış değil deprem ne demek, çünkü metrekare hesabı ölçüyorlar hala acılarını!Acıları kaç kuruş ediyor merak ediyorlar.. şikayet cümleleri hiçbir yetkiliye ulaşmıyor ya da... Gelip de çocuk avutur gibi avutuyorlar bir umutla bekleyen insanları.. Kaç tane umudunu çalıyorlar, kim bilir verdikleri onca sözle göz bebeği inandiklariyla büyüyen insanların.


Bir iki haftaya belki il olacak yaşadığımız toprak parçası... Sanki bilmiyormuşuz gibi seviniyoruz; Türkiye'nin İstanbul'dan ibaret olduğunu.. İstanbul, istekleri bitmeyen ve her istediği yapılan şımarık bir çocuk... Kimse görmüyor ardında biriken şehirleri.. Yolları sıradaki şehirlere bağlıyorlar yetmez mi!

Bir şehir yıkılmış 6 yıl önce kimin umrunda? Ve bazı şehirlerin parklarını süsleyecek laleler lazım ve o laleleri taa Hollandalardan getirmeye gidecek hiiç gönlü olmayan insanlar! Bazı şehirler çiçeklerle bezendikçe mezarını ot bürüyor oysa diğerlerini.. Hesabını diğer tarafta soracağım diyor susuzluktan göl kenarında kuruyan ağaçlar.. Pencereden baktığımızda gördüklerimize razı değiliz diye kolları siviyoruz da, biz kim oluyoruz.. bize mı düşer oysa, hiç işimiz gücümüz yok mu? İnsanları bize benzese de başka bi'şeyler, memleketlerinden rant sağlamaya çalışanlar.. Ülkesini sevmek ne demek bilmiyor hiçbiri ve aslında sevmeyi bile bilmiyorlar... Buralar yıkılalı 6 yıl oldu. Bir dal parçası tutunduğumuz, sırf gördüklerimize alışmayalım diye 5 yıldır göle bakıyoruz.. Alışmamak için göle ve göğe bakan bir avuç insanız..


Ayşe.
Ekim 2017

Penceresiz eve perde asıp hayal kuranlar



'Penceresiz eve perde asıp hayal kuranlar' 
hangi hayallere dokunurlardı ki?
Sene 2011. Facebook bana güzel anılar gösteriyor 
Bir arkadaşım bana hayal kuralım diyor, penceremiz yok ama perdelerimiz var!
Şu satırları yazmışım o günlerde.. 'pencerenin ardından gelen sesler...
kuşların kanadı yalar sonsuz maviliği, bir çocuğun uçurtması dala takılır... simitçi geçer sabahın nurunda yankılanır kaldırımlarda sesi, karşı apartmandaki teyze masa örtüsünü çırpar pencereden...
bir üst kattaki perdenin güneşliğini sıyırır, ev uyanır uykusundan esneyerek... koltukları güneşi selamlar.. cam kenarı çiçekleri... saksıdaki fesleğen... bir kedi köşeyi döner, bir vosvos ilerdeki akasyanın altından yola vurur kendini...
Açık olan bir başka pencereden mırıldanır bir şarkı, sokağa b/ulaşır huzuru... ' "Su olsam, ateş olsam/ Göklerdeki güneş olsam
Konuşmasam taş olsam/Yine de oynar mısın benimle...' O gün de tıpkı bugün gibi penceredenin ardından gördüklerim ve görmek istediklerim önemli.. O dağ başında ne işiniz var diye soranlara karşımda sahipsiz ve mahsunca uzanan gölü gösteriyorum.. insanların kirlettiği ya da ihmal ettiği yerlerini göremediğim kadar uzak, ama Allah'ın yarattığı tüm güzellikleri görebileceğim kadar yakında benim için. Sade makyajsız ve yalnız... Şehrin merkezine insem insanların kirlettikleriyle dönecek başım çünkü.. Bir şehrin kimsesizliğine oturup ağlayacağım penceremden her baktığımda ya da daha fenası gördüklerime alışacağım..
Sene olmuş 2017, depremin üzerinden 6 yıl geçmiş, hem depremle hem sonrasında yıkılıp durmaktan belini doğrultamamış bir şehir gölün eteklerine yaslanmış.. kimse tutup elinden kaldırmamış şimdiye kadar. Bir evladım olsa sorardı anne bu şehirde kimseler yaşamıyor mu diye? Kimseler yaşamıyor demek ki derdim.. ya da yaşadıkları yer, pencerelerinden bakıp da gördükleri yer, tam da yaşamak istedikleri yer..
Allah kimseyi bu acıların tekrarıyla sınamasın.. Pencereden baktığımız yerleri güzelleştirecek yüreklere ve ellere sahip olabilmek duasıyla...

Ayşe.
Ekim 2017

Cumartesi, Mayıs 20

Çocuk Çiçek ve Kitap






Birkaç saat önceydi. Bu çiçekler evimize iki minik arkadaşımın ellerinde geldiler. Kocaman gülen gözler ve iki kır çiçeği dolu el. Dediler ki; "biz sizin öğretmenler gününüzü kutlayamadık, çiçeklerin çıkmasını bekliyorduk. 🌸
Öğretmenler gününüz kutlu olsun.💐 Bu çiçekleri sizin için topladık, birini de kulağınıza takmak için ayırdık." 😊Takabilir miyim dedi ve kulağımın arkasına iliştiriverdi uzun saçlı olan arkadaşım, kıyamıyorum çıkarayım.😍


Kafalarına takılan soruları cevaplamış, suyunu bir türlü boşaltamayan, belli ki musluğu bozulmuş bir havuzun problemini çözmüş boğulmaktan kurtarmıştım onları. Ara ara Vecihi'yi ziyarete geldiklerinde samimi ve kısa kısa sohbetlerle tanımıştık birbirimizi, bir de elimde poşetlerle dört katı bana çıkılmaz gösteren merdiven başında, elimdeki poşetleri kapıp yol arkadaşlığı ederlerken. Burda büyük diye tabir ettiğimiz pek çok komşu karşı karşıya geldiğimizde uzun uzun bakıp selam vermeden ya da almadan geçerken, uzaklardan da görseler selamlarını ulaştırdılar bana hep, hal hatır sordular, bir de Vecihi'yi 😻Birbirimizi sıkmadık hiç, eleştirmedik, kendi alanlarımıza saygı gösterdik; birbirimizi sevdik ve değer verdik. Tam da olması gerektiği gibi.. Samimiyet, saygı ve incelik; çocuklar bu pırlanta değeri taşıyan vasıfları mücevher gibi göğüslerinde taşıyorlardı.Farkında değillerdi belki, çünkü bu şekilde olmak onlar için gayet normaldi.

Bugün güzel bir Cuma günüydü, güzel bir bayram günü.. Küçük ama kocaman yürekli komşularımla taçlanan.. Yağmur camlara parmak izini bırakıyor, aşağıdaki yeşillikler için iftar vakti gibi zaman.. ben bu güzelliklerin inceliğine bir gün ben de erişebilir miyim diye düşünüyorum.. 

19 Mayıs 2017
Ayşe.


Üniversite yıllarımıza geri dönmüştük sanki. Kampüsteki çimenler bizi beklemişti, çantaları fırlatıp oturuvermiştik yeşilin bağrına 🌾🌲 Ya final haftasıydı ya boş derse denk gelmişti bu dinlence. ☀ Cihat sanki Entomoloji notlarını kimden bulabiliriz diye soruyordu. Not kaçıran bir öğrenci gibi duymamazlığa geliyor, dersleri takip etseydin diyordu Erdal abi de sanki içinden 😄 

Çimler yeni biçilmiş gibi kokuyordu burnuma. Kurduğum hayalin içinde tam da burada kalsak dedim, kaygıların insan boyunu geçmediği, umudun yurdun penceresinden her sabah yeniden doğduğu, bilgilerin her gün kendisine yenisini eklediği, amfinin kapısından çıkınca gel bir çay içip şu notların üstünden bir kez daha geçelim dediğimiz zamanlarda uzun uzun kalsak. Bir bitseydi dediğimiz okulumuzda öğrenmeye, hayal etmeye, neler yapabiliriz diye düşünmeye devam etsek.. 

Üniversite başka bir ülkeydi, gençlerden ve hep genç kalanlardan oluşan; onun bahçesinden geçtik. Bugün bu fotoğrafla süresini kestiremediğimiz gençliğimizin (:) bayramını kutluyorum bu vesileyle de.. 🇹🇷19 Mayıs'ımız kutlu olsun!
Hep genç hayaller kurmak, öğrenmeye bıkmadan usanmadan devam etmek ümidiyle..

19 Mayıs 2017
Ayşe.

Sevgili Debbie,
Seni okumaya devam ediyorum. Elimde bu kez de Gül Ağacı Sokağı var. Gittiğim şehirlerden buzdolabı üzerine yapıştırılan magnetler yerine kitap almayı tercih ediyorum. Seni Gaziantep'e dahil ediyorum, Antep'in hikayesinde yeni bir paragraf gibi.. 

Çok tanıdıksın. Kafamı kurcalayan bir şeyler var. Sanki oturduğumuz kitap kafenin bulunduğu sokakta, 2 katlı müstakil bir evin bahçesinde çamaşır asıyorsun; ben illa ki demli çayımı yudumlarken. O kadar tanıdık işte. Aynı şehrin gökyüzüne dahilmişiz gibi. Akşam kumandanın tuşlarının takatini kesen diziler, senin anlattıklarından çok uzak oysa. Ülkemin insanları kendi yaşamlarına her gün izledikleri, sanki izlemek zorundalarmış gibi izledikleri, hikâyelerle yabancılaşırken, ben seni okuyarak mahallemizden geçen öykülere yakınlaşıyorum. Ya sen Amerikalı değilsin ya da biz kendimizi çoktan kaybettik.

Geçtiğimiz yıl Erciş Edebiyat Şöleni'nde dereceye giren sevgili Güven Altın, sanki böyle durumlar için dilinden dökülüveren şiirinde şöyle diyordu; "biz kaybolmadık dilenci, bizi çaldılar.."

Sen yazmaya devam et Debbie, biz daha çok kaybolacağız gibi...

Sevgiler..


Ayşe. 
18 Mayıs 2017

"Sana Sarı Kalanşolar Aldım Çiçekçiden"





Bi sokak vardı, sonra sokağın içinde elinde çiçeğiyle köşeyi dönen incelik yüklü güzel bir de kız. Bazı sokaklar böyle birdenbire değerli oluverirdi işte. Dünya o sokağa dönerdi, hayat da bir şiire.. 
Bir çiçek ve bir kız, göl kenarı bir şehrin baharı geç gelen yerlerinde, ilk kez yazılan bir şiirin başlığı oluverirdi.. Bazı şehirler, bazı sokaklar ve bazı insanlar çok şanslıdır.. Böyle bir kız onlarda yaşıyor diye.. Teşekkür ederim dostum Emine 💐

















  


   ........................

Pazar, Ocak 29

Gülümse hadi gülümse bulutlar gitsin..



Çocukken dişçiye gitmek kadar feci bir şey varsa o da iğne vurunmaya gitmektir. O kabusu yaşayıp üstüne ailesine de yaşatan bir çocuktum kabul ediyorum. İğne vurunma dönemini bir türlü atlatamadığım için o döneme bağışıklık kazanıp saçma isteklerden vazgeçmiş, pazarlık çağını geçmiştim, ama dişçi kısmı öyle olmadı.
Ne zaman dişçiye gidecek olsak önceden babamla pazarlık yapar, "çıkışta o büyük parka gideceğiz ama tamam mı" derdim, "hemen geri dönmek de yok, tamam mı?" Elbette kabul edilirdi :) Hatta seve seve gidilirdi. :) O parkın adı Hıfzı Veldet Velidedeoğlu Parkı'ydı o zamanlar, bize de bir hayli uzaktaydı, ancak araçla gidebiliyorduk, bu yüzden gözümde bambaşka bir yerdeydi. Belki aynı salıncaklar vardı ama daha fazlaydı. Sıra beklemiyor, çocuklar artık insin de ben bineyim diye ısrar kıyamet ortalığı yıkmama gerek kalmıyordu, kaydırakları daha şekilli, tahtaravellilerinin tutunma kulpları daha afilliydi. Hepsinden önemlisi başımızın üstünde asırlık çınarlar vardı, salıncakla uçarken kuş yuvalarını bile göreceğimizi sanırdım, bulutlara dokunacağımızı...
O günlerden bir kare geldi gözümün önüne, hafıza çilingirliği yapan Sezen Aksu'nun "Gülümse" şarkısıydı. Radyodan taşıyor, beni o zamanki arabamız Serçe'nin ön koltuğuna oturtuyor, kasetçalarındaki o kaseti dinlediğimiz ana götürüyordu. Yine bir dişçi günüydü, bir süt dişinin çekilmesi ne kadar can yakarsa o kadar unutmuştum acısını! (: Kırmızı ışıkları dönmüş, parkı karşıdan görmüştük. Sezen Aksu başımı okşar gibi "Gülümse hadi gülümse bulutlar gitsiiin" diyordu...
Geçen gün evde o kaseti buldum, gülümsedim bugün o günlerin izi kaybolmasın diye çocukluğumdan bir parça bölüşüp çoğalttım içimde.. Kasetler, kardeşcağızımın Yunus'un o güzel tabiriyle en güzel hafıza çilingirleriydi belki de..
Ayşe.

*Hafıza Çilingiri Kasetler



En sevdiğim elbiselerimden biri üzerimdeydi kesin, lacivert kadife dönünce eteği kocaman bir pervaneye dönüşen de olabilir, anneannemin el emeği yaka kısmı ve kol uçları örgüden diğer kısımları yün kareli kumaştan diktiği de... Sevdiğim tüm elbiselerimi giymiş olabilirim bu kaseti dinlerken. Hatta elimde de bir defasında heveslenip saçımı taramaya kalktığım lakin kafamın yarsını doladığım ve annemin ancak saçlarımı keserek kafamdan ayırdığı fırça da olmalı! Olur böyle şeyler, çocuktuk çünkü. O günlere baktığımda çocukluğun bazı zamanlarını, boyumuzun yetişmediği üst raflardaki şeker kavanozuna benzetiyorum. O zamanın ruh haline erişemiyorum çünkü şu an, neler hissederdim, neler geçerdi aklımdan, oyunlarım nasıldı, kardeşim doğduğunda ve onu ilk gördüğümde nasıl bir duygu dolmuştu kalbime... Bazı şeylerin cevabı yok. Doğumdan sonrası değişimlerle devam ediyordu hayat.




Evin müzik dolabını kurcalarken 90'ların teyiplerinden ses veren kasetlere rastladım. Atsak mı kalsa mı derken bugüne kadar yaşamını sürdürmüşlerdi evimizde. Annemin "kuru yere oturma karnın ağrır!" uyarısına kadar da onlarla geçen günlerimin izini sürüyordum. Yelpaze oldukça genişti, lakin öyle biri vardı ki aralarında bütün çocukluğumun en kıymetli hazinesi sanıyorum o kasetti! Allah'ım nasıl bir çocukluktu yaşadığım! Eskiden televizyon dolapları olurdu ya, alt ve üst kısmı kitaplık, ortada tüplü televizyon, o alt raftaki kitaplık kısmının ortasında da bir kasetçalar vardı bizde. Kaç senem o kasetçaların olduğu dolabın önünde geçti bilmiyorum, lakin buna sebep olan şahsın en büyük hayranı olduğumu dün gibi hatırlıyorum. O, bittikçe arka yüzünü çevirip çevirip dinlediğim kişi İbrahim Tatlıses'ti! (: 1987'de "Allaah Allaah - Hülya" adıyla çıkan kaseti o zamanlarda benim için pek çok şeyden değerliydi. Bi çocuk bu şarkıları niye dinliyordu, bu şarkıları dinleyip de elinde saç fırçası eşlik ederken nasıl oluyor da o kadar mutlu oluyordu; işte bunların hepsi o yetişemediğim şeker kavanozunun içinde duruyordu. Öyle çok dinlemiştim ki o kaseti şu an bile sözlerinin çoğunu hatırlıyorum; "Allaaah Allaah Allaaah Allaaah bu nasıl sevmek nırınım Allaaah Allaaah Allaaaah Allah bu nasıl gülmek, bu nasıl sevmek, bu nasıl gülmeek, insan değil buuu sanki bir meleeeek!" diyerek devam eden şarkı favori şarkımdı. Söylerken İbo gibi söylemek de en büyük gayemdi elbette. Gel zaman git zaman kıyıp da üzerine radyodan şarkılar çekilebilecek gözden çıkarılmış kasetler arama devrine girildi. Annem de babam da bu işin içindeydi, hatta dedemler bize geldiğinde dayım ve teyzem de buna dahil oluyordu. Eskiden televizyonlar çok açılmazdı gündüz vakti ama radyonun sesi hep eşlik ederdi sohbetlere... Günlerden Çarşamba'ydı, kara Çarşamba! Üzerimde kırmızı kazak, altımda örgü bir pantolon, saçlarım kısa kesim, (elbette bunları tam olarak hatırlamıyorum) varsayalım ki böyleydi, şarkımı arıyordum, kaç defa dinleyeceğime karar vermemiştim henüz, bıkana kadar gibi bir ölçüm de yoktu zira çocuktum. Ama yoktu! İleri sardım geri sardım, o ilk şarkının yerinden Çelik bağırıyordu evet, duyduklarıma inanamıyordum ama İbo "Allaah Allaah" diyeceğine Çelik "gel yarim ol Hercai" diyordu! Bir çocuğun dünyası ilk o gün başına yıkılmıştı, şarkımı çalmışlar üzerine bir de ceza gibi Hercai çekmişlerdi, şarkı bitince "Hülya"nın yarısına da radyodaki dj'in sesini almışlardı. Saatlerce ağladım, belki de ilk baş ağrısını o gün yaşadım. Hayata küstüm, zaten zorla yediğim pırasayı o gün hiç yemedim, süt de içmedim. İşte o gün hayatımın dönüm noktası oldu benim için! (: O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Bağımlılığından kurtulmuş insanlar gibi özgür olacaktım, başka şarkılar da dinleyecek, hatta bir ara da kafayı Serdar Ortaç'ın Karabiberim albümüne takacaktım; lakin geçecekti o da... Kıyamadığım İbrahim Tatlıses şarkılarının üzerine çekmediğim şarkı kalmayacaktı. Müzik zevkim değişecek arabesk çocukluğum sona erecekti. Artık İbo kasetinde İbo'dan başka herkes vardı. Kendi seslerimiz de buna dahildi. Kaybettiğim altın küpelerimi bulsam bu kadar mutlu etmezdi belki beni; o gün İbo'nun kasetini yeniden ellerime aldığımda ulaşamadığım şeker kavanozundan birkaç şeker yemiş gibi hissettim. İçinde çocukluğumuzun olduğu, kardeşimin "sordum sarı çiçeğee"yi söylediği, dayımın Sezen Aksu'dan Vazgeçtim şarkısını seslendirdiği, annemle benim okuyup kaydettiğimiz şiirler ve o zamanların kıymetli şarkılarıyla cümlesini tamamlayamadan kaydı durdurulmuş dj'leri de vardı. Hatırlıyordum hepsini.

Seslere çarptıkça çoğalıyordum. Ancak eski günlere döndükçe büyüyordum. Yetişemediğim o kavanoza bir ip bağlamıştım bir gün, yolumu kaybettikçe ona tutunuyordum... Fotoğraflar, sesler, kokular ve tatlar; hafıza çilingiriydi hepsi. Çocukluk da bölüştükçe artıyor içimde...


Hadi birlikte dinleyelim! (:



(Hayal Bilgisi 2017 Mart Sayısı'nda..)

*Hafıza Çilingiri: Kardeşime ait bir betimleme (:
Ayşe.

Cumartesi, Aralık 24

Ayşe ve Cihat Yazdı: İyilik Ajandası 2017

İyilik Ajandası İyilik Nakli Yapmaya Geliyor

Ayşe Ünsal ve Cihat Albayrak'ın kaleme aldığı İyilik Ajandası 2017, 365 iyilik önerisi ile 1 Ocak 2017'de başlayacak bir iyilik projesi...

Erdem Yayınları etiketiyle çıkan İyilik Ajandası 2017, yılın her günü için bir iyilik önerisi sunuyor. 

Ayşe Ünsal ve Cihat Albayrak'ın birlikte kaleme aldığı Ajanda'da her yaşa, gelir grubuna, her meslekten kişiye hitap eden öneriler mevcut. Farklı kesimlerdne ihtiyaç sahiplerine, çevremize, kendimize yapabileceğimiz iyilikler ile dolu İyilik Ajandası. 

1 Ocak 2017'de Ayşe ve Cihat başta olmak üzere, Ajanda'yı takip edenler önerilen iyilikleri gerçekleştirecek ve hem sosyal medyada hem de www.iyilikajandasi.net adresinden deneyimlerini paylaşacaklar. Bu paylaşımlarda özneler ve iyiliğin yapıldığı kişiler değil iyilik eylemi ön plana çıkarılacak ve iyiliğin yayılması amaçlanacak. 

İyilik Ajandası'nı temin etmek için aşağıdaki bağlantıyı kullanabilir ya da 05063559719 nolu telefona Whatsapp ya da SMS yoluyla ulaşabilirsiniz. 

İyilik Ajandası Babil'de!

Pazar, Kasım 6




Yazın sıcağı bulutların merhametiyle serinlemişti henüz.. Haftalarca beklenen yağmur piknik yapalım hadi dediğinde yağar ya hep, o gün de aynen öyle olmuştu.. Toprak sıcağını yağmurla serinletirlen buram buram memleket kokuyordu. Sıklık Tabiat Parkı, çocukluğum alıp başını giderken çok şey katmıştı kendine.. Bambaşka bir yere dönüşmüştü.. Her dönüşümde beni şaşırtan ve kocaman gülümseten memleketim beni yine yanıltmamıştı...
Yanyana sıralanan salıncaklara içimizdeki çocukların koşuşunu duymuştuk ilk, nazımızı uzatmadan birer tane kapıverdik.. Hüzünleri, düşünceleri, içimizin gurbetlerini ve özlemlerini bir kenara itiverdik.. Karşıda yemyeşil dağlar, Survivor parkurları 😜 ve aynı anda sallanmamızı yakalamaya çalışan yol arkadaşım 🙂 O gün tıpkı çocukluğumda olduğu gibi gökyüzüne bakıp uçuyormuşum gibi hissediyordum sallanırken.. Gökyüzü aynı yerinde, annemm babamm yanımda.. Edip Cansever'in mısralarının altındaydık.. Evet "gökyüzü gibi şu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor.."du..
Dışarda kar. Ben şimdi yeniden göğe bakıp çocukluğumuzu çağırıyorum.. 


Ayşe | Kasım 2016

Kitaptan Anladığımız Hayatlar



Uzun süredir keşke bizim de dahil olacağımız bir okuma grubumuz olsa diye geçiriyorduk içimizden, zaman geçiyordu, elimizdeki kitaplar bir başımıza okunup kapatılıyordu. Küçük notlar, bazıları hakkında yazılan yazılar kalıyordu geriye en fazla. Okuyup çok etkilendiğimiz, fazlasıyla beğendiğimiz kitapları, ısrar kıyamet birbirimize de okutma çabasına giriyorduk. Bir diğerinin o kitabı okuması bazen aylar alıyordu. Denk düşemiyordu mutlu olunan zamanlar. Bununsa tek bir çözümü vardı, bir kitabı aynı anda okumak aynı anda yaşamak. Ve yazılacaksa bir yazı birlikte yazmak, beraber tartışmak, göremediğimiz yerleri diğerine farkettirmek, anlamak ve uygulamak.. Zamanı gelmiş olmalıydı ki biz bu güzel arkadaşlarla grubumuzu oluşturduk ne mutlu. İlk kitap Salih Çetin'in Suriye'den ülkemize sığınan bir anne ve çocuğunun hikayesini konu alan kitabı. Okumaya başlar başlamaz doğru yerden başladığımızı anlıyorum kendi adıma...
O belki de dün ekranlarda pek çoğumuzun gördüğü çocuğun hikayesi; dondurucu soğukta başını yol kenarında bir kaldırıma dayayıp uyuyakalan o minicik çocuğun. Oyun çağını dilenerek geçiren, nereye giderse gitsin, nerde yaşarsa yaşasın kendi savaşını da gölgesi gibi yanında taşıyan o çocuğun, o annenin, o insanların hikayesi. Kapısını aralamadığımız hayatlara öylece bakıp geçtiğimizin kanıtı... Bizim için de onlar gibi hayat devam ediyor. Dengeyi kuramayan insan kendi payına hep fazlasını ayırıyor, acıysa acı, refahsa refah.. Sıcacık evlerimizde 10-15 dklık bir gözyaşı; sonra isteklerimiz, hayallerimiz, o gün yapacaklarımız... Bu insanların hayatını kitap sayfalarında kurutulan çiçeklere benzetmeye başlıyorum... Saklanan ve vicdanımız lazım olduğunda hatırlansın diye açıp bakılan...
Eksildik, devam ediyoruz buna... Kitaba devam ederken ya da kıyılara vuran çocukları, üzerine bomba yağan evleri düşünürken, kaldırımı yastık yapan o çocuğa ağlarken soğuğu ne kadar içeri alabilirse insan o kadar camı açık tutuyorum. Ama sonra o pencere tekrar kapanıyor. Ev tekrar ısınıyor. Hissettiğimiz herşey geçiyor.
Belki de diyorum bu kitap, eksilen yerlerini tamamlayacak ruhumuzun, konuşurken kitabın ardından elimizden neler gelebilir diye düşünmeye başlayacağız. Vicdan, kuru kuru yaş dökmesindense elini taşın altına koyabilecek..
Bir haftanın daha geçmesini bekliyorum. Kitap aralarında vicdanlarımızı kurutmamak için...
Bize görüp de göremediklerimizi anlattığın için teşekkür ederiz Salih Çetin..

Ayşe| Kasım 2016

Cuma, Ekim 7



Her gün aynı evin duvarlarıyla konuştu. Bir süre koridordaki sehpalara çarptı sesi, bir süre kapısı açık balkondan çıkıp aşağı düştü, biraz da televizyondaki seslere karıştı. Duvarlar dinledi, duvarlar anladı. İnsanlar anlamadı. Bir kadın evin içinde görünmezmiş gibi dolaştı durdu. Aklında hep aynı soru vardı. En çok nerde rahattı insan, ne zaman huzurlu, mutlu ve görünürdü?

Duvarlar fısıldadı:

Rahatça ağlayabildiğin, gülebildiğin ve konuşabildiğin her yerde.
Düşünebildiğin, önemsendiğin, hayal edebildiğin herkesin yanında...

Kadın ıslak yüzünü güneşi gitmemiş sonbaharın iplerine astı yeniden. Zaman zaman yaptığı gibi. Kimse görmedi, duvarlar duydu, duvarlar anladı...

Perşembe, Eylül 29

Müsait Bir Yerde Gülecek Var!



Bu Mine Sota'yı kaçıncı okuyuşum hiç bilmiyorum. Lakin yazmayı bırakmaya falan kalkarsa kapısına dayanacak bir dünya insan biliyorum. Hayır şimdiden söyleyelim de...

'Delireceğim de Vakit Bulamıyorum' kitabını okumuştum en son, hakkında bir yazı yazmıştım hatta. Sonrasında Adı Yok'tan sevgili dostumuz Feyzanur bu yazıyı görmüş ve bana hem Ömer Sevinçgül'den hem de Mine Sota'dan imzalı kitaplar göndermişti. İşte bu kitap o kitaplardan biri! (: Ayrıca da kıymetli yani (:

Evet "Müsait Bir Yerde Gülecek Var!" elimden son bırakamadığım kitabının adı. Kitabı açıp da şöyle bir 10-15 sayfa okuyunca tüm sinir sisteminiz gevşeyiveriyor; öyle bi'şey ki yani böyle bi'şey yok! Mine Sota, size Allah'ın her günü karşılaştığınız, sevmediğiniz ot misali burnunuzun dibinde bitiveren insanlara bile samimiyet duymanızı sağlıyor. Öyle ki, sanki o insanların içinin yunmuş yıkanmış kısmını bir röntgen cihazıyla karşınıza çıkarıveriyor; bak diyorsunuz ben ne pis bi insanım, böyle insanlar sevilmez mi! Memleketimin trajı komik halini biraz daha açarak herkesin herkesi anlayacağı şekilde anlatması; sanırım bu tüm kitaplarının temel taşı.


Bu kadını okuduğunuzda insanları sevmeyi öğreniyorsunuz yeniden; herkesi sevmeyi öğreniyorsunuz. Dünyaya kucak kucak umut dağıtmak için bir an önce kendimi evden dışarıya atmalıyım hissi uyanıyor içinizde. Her gördüğünüze selam vermek, çocukları kucaklayıp şöyle üç-beş tur döndürmek, 1000 tane balon alıp şişirerek sokakta gördüğünüz herkese dağıtmak istiyorsunuz. Yetmiyor; tüm zillere basıp herkesi aşağı çağırıp hep birlikte Ayşecik rolü takınarak "Hayat Sevince Güzel" şarkısını söylemek geliyor içinizden, bağıra bağıra...

Kalplerimizin o saf temiz köşesi kapıları açık kaldıkça hep var olacak buna inanıyor insan. Zira özümüz bu bizim. Siz hele bir kitabı elinize alın, Kız Cemşit abiyle, Müjgan yengeyle, Macide teyzeyle, Didikçi Nebahat'le, dünya ölememe şampiyonu Şaziye nineyle, Parisli Firüzan, ömür törpüsü koca Faik ve hiçbir yere yalnız gitmesine izin vermediği karısı çilekeş Sabriye ablayla, bahtsız gelin Kezban ve kayınbadiresi Şetafet hanımla ve dahasıyla tanışın bakın başınıza neler gelecek! Bu birbirine asla benzemeyen karakterdeki mahalle sakinlerinin hep birlikte öğle matinesine gitmeye çalışmasını izleyeceğiz, pardon okuyacağız sizinle. Ben de sizinle yeniden okuyabilir miyiiim! (:

Mine Sota yine kalemindeki mizahı zekasıyla buluşturmuş ve ortaya tadına doyulmaz bir kitap çıkmış. Bu kitap bozulan morallerinize, kırılan kalplerinize, gerilen sinirlerinize ilaç gibi gelecek. Yalnız takdir edersiniz ki her ilacın bir de yan etkisi vardır. Bu kitabın yan etkisi de; onu okuduktan sonra ciddiyetle bakan kitaplara dokunmak istemeyecek olmanız! O hikayeler ilginizi bir süre asla cezbetmeyecek! Diğerleri size fazla resmi, hatta saçma(!) bile gelecektir. Bu etkinin geçme süresi kişiden kişiye değişiklik gösterirken, yeni bir kitaba başlayana kadar bir Mine Sota eserini daha sipariş etmiş olacaksınız.  Şimdiden söyleyeyim de daha hevesli bir başlangıç yapın. (;

Altını çizdiğim dünyanın satırı arasından bu kadarı şimdilik burda dursun. (;

"Bu ağaç, vitamin kariyerleri başlamadan biten bahtsız elmaların mekanı omasının dışında çok önemli bir vazifeyi daha eda ettiğinden habersizdi."

"Sanırım siz bu sabah kainatın solundan kalmıştınız."

"Kim ısıttı lan bu küreyi?? Kim getireyazdı bu dünyanın sonunu? diye sorulsa "İşte ahan da bu kadınn. Ayağa kalk Didikçi Nebahat" denilebilirdi. ... "Bu kadın bu gezegende olduğu sürece bitkiler aleminin de, börtü böceğin de, insan soyunun da varlığı tehdit altındadır. Bu, bu dünyadan gitsin." diye düşündü gibime geldi.

"Zaten kafasında uzun zamandır çekimlerine başladığı felaket senaryosunu, kapının zorlamasıyla tamamlayıp, hırsız kapıyı bir kere çalar filmi olarak vizyona sokup hepimize izlettiriyordu."

"Matineye giderken gümbürtüye gittiler sayın seyirciler."

"Sinirden o da mutasyona uğramaya başlamıştı."

""Bu çocuk var ya bu çocuk, bu çocuk öyle bir çocuk ki, böyle bir çocuk görülmemiştir!" diyerek neden bahsettiğini hayatta anlayamayacağımız bir şifre dizisiyle torununa çıkıştı."

"Hepimiz hipnotize olmuş gibi televizyon denen kutuya bakıyorduk. Sanki, hepimizin evinde bulunan bu müstakil karadeliğin çekim alanına girip, yaka paça içine doğru düşüp kendimizi ona yutturmuştuk. Tanımadığımız insanlar evimizin içine girip en özel, en mahrem şeylerini anlatmasınlar, akıllarına estiği gibi gezinip dolaşmasınlar diye kapımızı sıkı sıkı örtüp kilitliyorduk ama şu deliği tıkamayı aklımıza bile getirmiyor, canlarına estiği gibi moralimizi bozmalarına izin veriyorduk."

Bu kadar yeter. Devamı kitapta! (: Sıradaki kitap 'Kim Vurduya Gittim Gelicem' :)

Mine Sota'yı şu adreslerden takip edebilirsiniz:

https://www.facebook.com/MineSotaSunar
https://twitter.com/_minesota



Kitap Tanıtımından:

Şimdi bir son dakika haberi veriyoruz sayın seyirciler. Az önce üzerine atlayıp ele geçirdiğim bir habere göre Mine Sota’nın kafayı üşüttürücü, ağzı bir karış açık bıraktırıcı, gülmekten gözden yaş getirici yepisyeni kitabı piyasaya çıktı. Bu kitabı okuyan Sezar’ın “Aldım. Okudum. Gülmekten öldüm. Artık savaş mavaş yokk!” diyerek işten eve, evden işe çok efendi birine dönüştüğü, Cleopatra’nın ise “Senden elektrik aldım Sezar. Söyle annenlere bu akşam gelip beni istesinler” diyerek uslanıp evinin kadını olduğu söylentiler arasında.

Eğer siz de…

“Bu sene tatile size takışıp geleyom gızım” diyen kaynananıza
“Ama biz And dağlarına tırmanıp zamanında kaynanaların kurban edildiği yere gidiyoz anne!” diyorsanız…

Cüzdanınızda simit alacak para kalmadığında, sokağın ortasında dizlerinizin üstüne çöküp “Nane şekerii, bu ne bahanee, şahaneyim şahanee!” diye kendi kendinize klip çekiyorsanız…

Sınava giderken zerre kadar heyecan yapmayıp “Haydee gideluum hayde, gidelum haydeeee!” diye koşa koşa evden çıkıyorsanız…

Ev sahibi “Çıkın evimden” dediğinde bir tüp kremi suratına sıkıp
“En değerli giysiniz cildiniz” diye gülümsüyorsanız…

İzdivaç programı izlerken “Açılınn ben doktorummm!”
diye stüdyoya dalıyorsanız…

Akşamüstü sokakta oynayan çocuğunuza “Çabbuk eve gel geberesiiii!” demek yerine, “Hayrettiiiin eve gelme ooolum. Ben de seninle oynamaya geliyorum beklee. Yaşasınnn!” diyerek el şaklatıp iki göbecik atarak sokağa fırlıyorsanız…

Paranın üçte ikisini n’olur n’olmaz diye kenara koyup, geri kalan üçte biriyle bu kitabı alıp okumuşsunuz demektir. Ya da belki hemen burnunuzun dibindedir kim bilir?

Kim bilecek ya, tabi ki keyfiniz bilir…

Salı, Ağustos 30

Kitap Arasında Yara İzlerim



İnsan bir defterin ya da kitabın arasında çiçek kurutur en fazla. Benim gibi düşen dikişlerini ve yara izlerini kurutan var mı aranızda bilmiyorum(: İlk dişlerimiz düştüğünde saklamıştı canım annem, hem Yunus'un hem de benim ilk süt ve azı dişlerimiz küçük altın kutularında şifonyerin en alt çekmecesinde arada bir ziyaretimize açık bekler. Birinci sınıftaki çapraşık çizgilerle dolu ilk defterlerimiz gibi. Sonra geçenlerde çok eski bir kitabın arasına saklanmış bir yara izi daha buldum, diz kapaklarımdaki yaralardan birinin kabuğuydu belli bir zamanlar onu da saklamıştım.(:

Düşen yiten yenilenen herşeyin bir anlamı var hayatta. İnsan bazı yaraları unutmamalı çünkü, yitip gidenleri hatırlamalı, bazı şeyler istemsizce düşüp gittiğinde (bir diş gibi tıpkı) bunun daha güçlü ve sağlamına kavuşacağı için olduğunu bilmeli..

Bugün hayatımda aldığım ilk narkozun ikinci yıl dönümü, kalp içerisinde bir hayatı tutturan düşmüş dikiş izleri.. İnsan en çok yaralarından tutunuyor hayata...
Zor günlerde elini bırakmayanlarla kalabalıklaşıyor.. Uyanırken yanında gördükleriyle kalbi yeniden kan pompalıyor.

Yaşamak tam da böyle bi'şey ülkem.. Yaşamak biraz da; yaralandıkça daha güzel uyanmak.. Aldığımız yaraların kabukları kuruyacak.. Güzel günlerde bir kitabın arasından çıkıverecek bir gün..

29 Ağustos 2016 | Dünya'da hala..

Cuma, Ağustos 19

Edebiyat ve İyilik Dergimiz Hayal Bilgisi 22. Sayısında



EDEBİYAT VE İYİLİK DERGİSİ: HAYAL BİLGİSİ 22

Hayal Bilgisi artık "Edebiyat ve İyilik Dergisi" olarak yoluna devam ediyor.
İlk kez bir dosya ile okurlarını karşılayan dergide 15 Temmuz'u konu alan 32 eser yer alıyor. Darbe girişimini ve direnişi konu alan şiirler, öyküler, anılar, denemeler... Ayrıca 15 Temmuz öncesi yayına hazırlanan 33 şiir ve öykü de dergide yerini alıyor. Hayal Bilgisi 22'de toplam 65 yazar ve şairin eseri yayınlandı.Darbe girişimi esnasında ve sonrasında yazar ve şairlerin sosyal medya paylaşımlarını derleyerek Mevzubahis bölümünde yayınlanmış. 20 edebiyatçının darbe fikirlerini bu alanda yer alıyor.
15 Temmuz'un simgesi haline gelen kareleri, Ahmet Uzun çizerek derginin kapağına taşımış.


GÖRME ENGELLİLER İÇİN ŞİİR
Bu sayıdaki iyilik projelerinden biri Levent Albayrak'a ait. Görme engelliler için braille alfabesi ile şiir yazılmış. Kabartma harflerle hazırlanan şiir, dergiyle birlikte okurlara gönderilecek ve farklı şehirlerdeki görme engelli vatandaşlara ulaştırılacak. Hayal Bilgisi'nin sloganı haline gelen "Hazırlan İyi İnsan" başlıklı şiir görme engellilere bu şekilde ulaştırılmış olacak. Hayal Bilgisi ekibi, bu projenin görme engellilere karşı bir farkındalık oluşturmasını ümit ediyor.

15 TEMMUZ AFİŞİ


Ahmet Uzun'un 15 Temmuz'un simgesi haline gelen anları resmettiği afiş, 240 şehidin isimlerini de taşıyor. Afiş, dergi sayısından fazla bastırılarak, çeşitli yerlerde dağıtılacak. Kahramanların isimleri ve kahramanlıkları evlerde, iş yerlerinde bu şekilde yer alacak...

İYİLİK ATÖLYESİ


İyilik Atölyesi sayfalarında Hayal Bilgisi ekibi çocukların "Bir Hayalim Var" başlıklı mektuplarını yayınlıyor ve okur/yazarlarına yaptığı çağrı ile bu hayalleri gerçekleştiriyor. 22. sayıda bu projede ilk kez Van ve Erciş dışına çıkılmış. Fuat Uçar, Manisa ve Bursa'daki çocukların hayallerini yazdıkları mektupları dergiye ulaştırmış. Üç çocuğun hayalini gerçekleştirmek için bu sayıda okur ve yazarlar çağrı yapılmış.

ZAFER MANİFESTOSU


Derginin önsözü bir zafer manifestosu. Kısa süre önce sosyal medya hesaplarından paylaşılmıştı. Şu ana kadar binlerce kişiye ulaşan bu metin, Hayal Bilgisi'nin ortak sesi olarak, ülkemizde kötü emelleri olan bütün odaklara karşı yazıldı.

SESLİ DERGİ


Hayal Bilgisi'nin içeriğini hem okuyucular, hem de görme engelliler için seslendiriliyor. Bu sayıdaki seslendirmeler Semra Gülşen Çalışkan Gazioğlu ve Atillahan Erdağ tarafından yapılmış.

VAN/ERCİŞ KARTPOSTALLARI

Erciş İnci Kefali Göçü konulu fotoğraf yarışmasında dereceye giren fotoğraflar ile Van Kültür ve Turizm İl Müdürlüğü'ne ait Van fotoğrafları derginin 22. sayısıyla birlikte hediye olarak gönderiliyor.

ABONELİK

Hayal Bilgisi'ne abone olmak için aşağıdaki hesaba 40 ₺ yatırabilirsiniz. İsim ve adres bilgilerinizi ise abonelik talebinizle birlikte ayse-cihat@hotmail.com adresine göndermeniz yeterli.

Hesap Bilgileri:
Ziraat Bankası Van Erciş Şubesi,Cihat Albayrak adına,
IBAN: TR090001000293460507025001
HESAP NO: 0293460507025001

Yeni abone olacaklara dergi, afiş ve kitaplardan oluşan hediye paketi ilk sayıyla birlikte ücretsiz olarak gönderiliyor.

22. SAYIDA YER ALAN YAZAR VE ŞAİRLER


Zeki Altın, Yalçın Ülker, Şeyda İpek, Süleyman Bozkurt, Sinan Gök, Samet Zenginoğlu, Nesibe Yıldız, Naciye Özkan, Mustafa Işık, Muammer Gül, Mert Bayram, M. Atilla Maraş, İsmail Gelegen, İbrahim Sarp Baysu, Havva Içöz, Hakkı Aytaç, Gülşen Çağan, Esra Sağlık, Ercan Ata, Emre Şen,Emine Muradoğlu, Emine Esin Arık, Elif Taş, Demet Genç, Büşra Nur Kayabaşlı, Buğra Taşova, Birgül Temur, Bayram Zıvalı, Banu Göçmez,Aytaç Ayna, Akın Akar, Ahmet Ahmet Mentes, Adige Batur --- 15 TEMMUZ:Yilmaz Sit, Uğur Ortaç, Tunay Özer, Şakir Kurtulmuş, Sezer Taş, Samet Saltık, Nur Kıyak, Mücahit Akıncı, Murat Soyak, Mimar Sinan Elter, Kevser Kılınç, Kevser Evsen, Hasan Ortakaya, Gülsüm Yıldırım, Fatih Kılıç, Fatih Budak, Erkan Terzi, Erdal Şahin, Dilan Adar, Cihat Şit, Cihat Albayrak, Ayşe Ünsal, Ayşe Gönenç, Ayşe Arıkan, Atillahan Erdağ, Arif Onur Solak, Ahmet Uğur Solak, Ahmet Kurbani, Ahmet Kanter, Ahmet Avcı

MEVZUBAHİS'TE SOSYAL MEDYA PAYLAŞIMLARI DERLENEN YAZARLAR

Senai Demirci, Necip Tosun, Ünsal Ünlü, Abdullah Harmancı, Hüseyin Su, Cemal Şakar, Zeki Bulduk, Ercan Köksal, Beyaz Bulut Dergisi, Güray Süngü, Saliha Sultan, Mustafa Akar, Merve Koçak Kurt, Mahmut Bıyıklı, Ulvi Kubilay Dündar, M. Fatih Kutan, Selvigül Şahin, Hasan Bozdaş, Şakir Kurtulmuş, Aykut Ertuğrul

- Hayal Bilgisi bu sayıda da nitelikli metinlere daha çok yer verebilmek amacıyla 48 değil 56 sayfa olarak çıktı.

Perşembe, Haziran 9

Dedeme..II



Zaman nasıl da hızlı.. Bak bir hafta daha geçti. Yarın Perşembe. Dışarda yine yağmur. Dünya alelade bir cinnete dönüştü. Her yerde patlamalar. Bunları görmüyorsun artık diye seviniyorum biraz. Dünyaya insanların bu yaptıklarına biraz daha tahammül edecek olmak bile zor. Soğuyorum günden güne dedem, dünyadan, insanlarından, kendimden bile bazen... İçimde yetişsin diye diktiğim bir fesleğen, dal dal kuruyor gibi hissediyorum. Suyu götüremiyorum uçlarına, sanki ruhumun dallarını artık besleyemiyorum, zamansız yapraklarım dökülüyor. İçimde hayatın adımları yavaşlıyor. İstiyor muyum bunu, istemiyor muyum, bilmiyorum ki... Söylediklerim bambaşka anlaşılıyor, yüreğimden geçenler. Neden hep ben güçlü olmalıyım diyorum bazen, ben neden göğüslemeliyim, neden ben koşmalıyım hep, neden hep ben bir yerlere yetişmeye çalışmalıyım. Yorgunum, buna hakkım var mı bilmiyorum, çok yorgunum dedem. Öyle çok gittiniz ki...Çalan her telefonda aklım yerinden çıkıyor. telefonlar artık hiç güzel çalmayacaklarmış gibi geliyor. o yüzden hep ben aramak istiyorum. İşin kötüsü ben bunları artık kimseye anlatamıyorum. İnsanlar kurallarına uyduğun kadar yakın ve seninle. Onların istediklerini yaptığın kadar sevecen ve sabırlı. Ben artık kimseye içimi açmak istemiyorum belki de. Belki de en iyisi başkalarının acılarına sarılmaktır.
Şimdi dünyam yıkılmış gibi konuştuğumu düşünüyorsun, üzülüyorum seni böyle düşündürdüğüm için, ama beni dinleyeceğini biliyorum, anlayacağını, hani her zamanki gibi sükunetle karşılık vereceğini. Ağzından çıkanlara çokça kıymet vereceğimi bildiğinden, dilinden çıkacakları kaç kez süzüyordun diye düşünüyorum bazen.

Anneannemden haber aldım bugün. Sana çok sinirli. Çabuk gelsin beni eve götürsün diye tutturuyormuş. Evini ve seni çok özlüyor. Nasıl iyileşeceğiz biz bir fikrin var mı? Allah'a dua ediyorum sürekli, şu daralan daralan ve incelen yüreklerimizi bırakmasın feraha çıkarsın diye... Zaman sahura yürüyor. Karşımda bir ramazan akşamı sahura doğru tüm ısrarlarımıza rağmen eve gitmek için yola koyulduğunuzda çekilen fotoğraf duruyor. Kolkola. Elinizde sahur için su böreği. Dün giibi. Dünyanın yalan olduğu burdan belli. Ve biz dünyaya sıkı sıkıya bağladığımız iplere tutunmaya devam ediyoruz. Zoruma gidiyor.

Ümit Sayın ve Tarkan söylüyor şimdi bir de 'Gitme'..

Vazgeçilen olmak çok zormuş dedem.. Başımı dizine koysam.

09.06.2016
01:06- sahura doğru

Perşembe, Haziran 2

Dedeme...



"yağmur herkese yağar;
ama çok az insan tutar yağmurun ellerinden..."


Ve sen yağmurun ellerinden tutanlardandın... Hayat beni ıslatır mı diye düşünmeden şükredenlerden, her zaman iş başında olanlardan, yorulmadan, yılmadan, bıkıp usanmadan koşup duranlardandın...Hepimiz için, herkes için. Yağmurun ellerini tutuyordun, herkes kaçarken sen ıslanmayı seçiyordun ve kazanıyordun...

Bugün gidişinin üzerinden tam üç hafta geçti. Oysa acılarımızın kavrukluğu hala taptaze duruyor. Özlemlerimizin boyu uzuyor ve uzayacak da biliyorum. Bir yanımsa hala inanmakta zorlanıyor, sanki başka bir şehirde bir telefon uzaklığındasın ve telefon açıldığında o sevecen heyecanlı sesin çarpacak kulaklarıma...

Üç hafta önce belki de bu saatlerdi, Nuriye öğretmenimin, kardeşim Hilal'in annesinin gidişiyle soluvermişti gün... Fotoğraflardan bir yüz daha eksilmişti, çocukluğumuzun bir parçası daha kopmuştu sanki. O gün öyle uzun ağladım ki, susmak istesem de bir türlü susamadım. O gün senin sesinle içimdeki hayat tazelensin istemiştim dedem, seni aradım nefesini duyabildim sadece ve yüzünde belli belirsiz oluşan tebessümün haberini alabildim annemden. İştahsızlığın her zamanki gibi geçecek diye bekliyorduk oysa. "Bak az kaldı, ben gelince moralin yerine gelir senin, ben yine sana takılırım, yüzümüzde güller açar..." demiştim.. O çok sevdiğin, beğenerek şöyle karşılarında durup uzun uzun baktığın kırmızı koltuklara güneş ışığı düşerken bir sütlü kahve içeriz diye hayal ederdim. Az bir zaman vardı gelmeme, ama kısmette yokmuş yeniden görüşebilmek... O zaman mesafeler vardı arada, uzun yollar, ki sana yetişemediğim o yolları ömrümce affedebileyeceğimi sanmıyorum hiç... Ama sanki şimdi mesafeler kalktı aradan, sanki her zaman burdasın, hepimizin yanındasın, sesini duyamasak da hissettiriyorsun varlığını... Hani diyordun ya, "canını sıkan biri, bişey olduğunda hemen gelip söylüyorsun bana, ben hakkından gelirim hepsinin" diye, şimdi de aynı güveni taşıyorum yüreğimde...Sen de her zaman dualarımızın sesini duyuyorsun değil mi?

Hacı dedemi kaybettiğimizde daha küçücüktüm, bahçede yıkandığını görmeyeyim diye gözümü kapatıp içeri geçirmişti İsmail enişte çok iyi hatırlıyorum, üzülmüştüm, o zamanki yaşımın boyu kadar... Kübra'yla bahçe kapısından dışarı çıktığımızda sonra, bir ağlamak oturmuştu yüzüme, o sırada köşedeki caminin yanından bir bisiklet dönüyordu. Bir fotoğraf karesi gibi hafızamda kalanlar bunlardı. Sonra babaannem gitti, dilinden düşmeyen dualarından mahrum kalacak olmak bile korkutuyordu beni, özlemekse hep başa bela oldu. Divanhanede yaptığı hamur kızartmalarını, silkelediği dutları, ellerinin kokusunu..

Annem bir rüya görmüştü çok olmadı anlattığı, babaannemin ona sarılıp rahatlattığını, sanki merak etme, onu ben karşılayacağım der gibi... Şimdi beraber misiniz dedem? Annemi görüp de ona ilk sarıldığımda bunu söyledi bana; "ağlama kızım, dedeni babaannen karşıladı" dedi...

En çok bizi uğurlamak için çıktığın balkon penceresinin önüne geldiğimde idrak ettim gittiğini, uzun yolları aştığımda, o evin önüne geldiğimde, ne çok şeyin eksildiğini... Bir kapı, bir pencere ne çok şey anlatıyormuş insana. Bizi oradan görüp sevinerek kapıya koşmanı bekliyordum oysa; pencerelere baktım yoktun, yatağın, uykunun en güzel halinde gittiğin yatağında da yoktun... Eşyalar anlamının yarısını yitirdi, diğer yarısı emanetin olan canım anneannemde şimdi... Yokluğunu kabul etmek istemeyen yol arkadaşında. Yaşadıkların ne zordu, ne zordu hayatını verdiğin kadının seni tanıyamaması bazen, güçlüydün sen de hepimizden, annem gibi tıpkı. Şikayet etmedin, sessizce baktın yüzüne hep, tanıdık bir bakış arar gibi, belki ağlıyordun, içinde biriken nehri belki bizden saklıyordun...

Uzun ve güzel bir yoldu ama. Çocukluğumun en güzel zamanlarını  ve ömrümün en kıymetli yerlerini doldurmuş olmanıza şükrediyorum her zaman. Emeklerinizi ödeyemeyeceğimi biliyorum. İkinci birer anne-baba olmanızı, her zaman yanım/ızda olmanızı, mezuniyetime bile koşup gelmiş olmanızı; nasıl unuturum. Altıntaş fırınından beraber aldığımız ekmekler gibi sıcacık ve taptaze duruyor her anı. Beşinci kattaki eski evin arka büyük balkonunda yediğimiz şekerli omlet gibi tatlı üstelik. Balkondan aşağı baktığımızda bizi kucaklayan sarmaşık güller gibi mis kokulu. Nasıl unuturum, unutursam taş olayım.

Senden anneannemden ne çok şey öğrendiğimi düşünüyorum şimdi. Gittiğinde başsağlığı için gelen insanların anlattıklarından, yaptıklarının gördüklerimizden ne kadar büyük olduğunu anladığım gibi. Düşünürdüm o zamanlar; bir insan hiç mi yorulmaz, hiç mi öf pöf demez, hiç mi ben yapamam, şimdi olmaz demez; hep mi yardım istendiğinde anında hiç beklemeden yetişir herkese, insan ayırmadan diye. Ölümden korkmadığın gibi korkmazdın insanlardan da; tek derdin herkese yetişebilmekti. Sana iyi olana da zararı dokunana da. Çünkü sen Allah'ın yarattığı, 'insan' dendiğinde hatırlattığı insan olmaya çalıştın hep. Ve birbirini kırıp geçiren, sonrasında dönüp ardına bile bakmayan insancıkların yaşadığı şu dünyada, bilerek ya da bilmeden kırdığın her kalp için özür dilemeyi bilen kocaman bir yüreğin vardı. Düzelten bozduklarını, çaba harcayan.. İnsanı hatırlatan vicdan ve merhamet, erkekler ağlamaz diyenlerin taşlaşmış dünyalık kalplerine gözyaşlarını bir öğretmen gibi indirirdi. İnsan gözyaşlarından daha iyi okunurdu o zaman. Eşine yardım etmeyi ayıp sayan, erkeklik dedikleri mertebeye uygunsuz bulan onca insana inat anneannemin ikinci eli kolu olmanı da söylemeden nasıl geçerim. Hiçbirini önemsemedin sen, güldün geçtin belki acıdın bile onlara... Eş olmak ne demek, yoldaş olmak ne demek bilmiyorlardı değil mi...

Dünya nasıl da anlamsız geliyor gittiğinden beri, yalandan yaşıyoruz sanki, vedalarda gerçeklerle karşılaşıyoruz. Zaman hızlı. Dünyaya alışmak her seferinde daha zor. alışmasak olmaz mı bile diyemiyor insan; ki insan var dünyada. Kışları soğuk ve uzun bir şehrin göle bakan yamacında uzun uzun oturup içimdekileri demledim üç hafta... Güneş yaza hazırlanırken ben sana yazacağım daha ne çok şey var diye düşünüyorum, biliyorum bundan sonra da konuşmaya devam edeceğiz, ben yazacağım sen kalbinle okuyacaksın inşallah dedem... Yerin güzel, mekanın Cennet olsun inşallah...
Hakkını helal et bize, görüşmek dileğiyle...

Torunun Ayşe.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...



Counters
Free Web Counter